Anneannemlerdeyim.
Odun sobasının insanı mayıştıran sıcaklığı her yanımı sarmış. Televizyonda sesi
kısılmış bir maç tekrarı, elimde Bizim Büyük Çaresizliğimiz, dedemi dinliyorum.
Dayımın söz dinlemezliğinden, laf anlamazlığından dem vuruyor misaller vererek.
Yaşlılık tuhaf şey. 72 yaşlarındaki dedem 43 yaşındaki dayımı bana şikayet
ediyor. Gözlerindeki, sen büyüyünce onun gibi yapma diyen bakışı görüyorum,
görmemezliğe veriyorum. İnsan her şeyi görürse yaşamaya dayanamazmış gibi
geliyor.
Tırnaklarına
ne olmuştu diye soruyorum. Yavaş yavaş anlatıyor, yaşlı insanların o huzur
veren yavaşlığıyla. Hızlı yaşamanın insanı yorduğunu bilmenin irfanıyla veya
hızlı yaşamış olmanın yorgunluğuyla. Küçük parmağını göstererek bu Almanya'da
madende çalışırken oldu diyor hafife alırcasına. Diğer 3 parmağını gösterip
bunlar diyor duruyor, o günün gözlerinin önünden geçtiğini görüyorum ve devam
ediyor, 56 yılıydı, dokuma fabrikasında makinanın mekiğine kaptırdım. Devam
etmesi için bekleyen gözlerle bakıyorum gözlerine, küçüktüm, pek kimsem de
yoktu İstanbul'da. Fabrika Zeytinburnu'ndaydı, gece mesaisiydi, o saatte
nereden bulursun vasıtayı, ta Yedikule'ye yürüdüm Ermeni Hastahanesi'ne, öyle
soğuktu ki yaradan akan kanlar yere ulaşana kadar donuyordu, şimdi bunları
soğuk sanıyorsunuz diyor, günlerdir bu nasıl soğuk arkadaş! diye söylenen
kendimden utanıyorum. Ne fakirlik, ne eziyet diye söyleniyor, gözlerindeki
hüzün içime oturuyor. Tabi soğuk olması belki daha iyi oldu kan kaybı
açısından, hastahaneye varınca diktiler parmaklarımı, pansuman ettiler ama
tırnaklarım düzelmedi işte diyor, konuyu kapatmak isteyen, gözleri yaşlarını
içine akıtmaktan kızarmış, mahcup dedem. Çocuk yaşta babasız kalıp memleketi
Trabzon'dan iş bulmaya İstanbul'a gelen, 16 yaşında fabrikada çalışıp yalnız
yaşayan, ailesine, yetim kardeşlerine para gönderen dedem. O gün hissettiği
sahiplenilmemişliği hala içinde taşıyan, 16 yaşında, yetim, çocuk yaşta büyümek
zorunda kalmış dedem. Kanser olduğunu öğrendiğinde umursamayan, kemoterapi
süresince hiç sızlanmayan, bir gün dahi boş durmayan çetin ceviz dedem, 16
yaşındaki hayal kırıklığını hala içine ağlayarak anlatıyor. Anlıyorum ki büyük
hayal kırıklıkları onulmaz yaralar açıyor insan ruhunda. Konuyu
değiştiriyorum...
Birlikte
yemek yiyoruz. Yemek bitince dedem arka tezgahta duran baklavadan bir dilim
aşırmaya kalkıyor, 5 yaşında bir çocuk afacanlığı gözlerinde. Anneannem fare
kovalayan kedi misali mutfaktan çıkarıyor dedemi sonra dönüp bana, dün akşam 2
dilim verdim bugün hali hiç iyi değil diyor. Onlar Sherlock ve Watson gibiler.
Birbirlerini hem çileden çıkarır hem de arkasını kollarlar.
Odaya
dönüyorum. Sobada odunlar çıtırdayarak yanıyor. Sobanın üstündeki güğümde her
daim hazır bekleyen sıcak su ve çıkardığı su buharı. Havanın bile bir yoğunluğu
var yaşlı insanların evlerinde. Sanki o değişmeyen rutinler burada bir zaman
çemberi oluşturmuş. Ne dışına çıkabiliyoruz ne de daha hızlı hareket
ettirebiliyoruz zamanı.
Bakışlarımla
dedemden izin alıyorum. Sobanın yanındaki divana kıvrılıyorum. Burası benim nefes
alabildiğim nadir hayat duraklarından. Sebepsiz bir huzurla doluyor içim.
Uykuya dalmak üzereyken dedemin, akşama fındık da kavururuz diyen sesi
kulaklarıma ulaşıyor. Zaman çemberi gülümsüyor. Kafamı güçlükle olur dercesine
sallıyorum ve uyku salıncağına atlıyorum. Aziz öğle uykusu beni sarıyor.
Giderken
dedemin elini öpüyorum. Her zamankinden daha anlamlı benim için. Biliyorum ki o
eller benim bugünümü kuran ellerden. Dokuma tezgahlarında, madenlerde,
inşaatlarda ezilmiş, güneşte kavrulmuş, yıllarla buruşmuş, benden önceki ve
sonraki nesil için çalışmış emektar eller. Ve biliyorum ki emek kutsaldır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder