26 Şubat 2013 Salı

hızla geçen zamanın ardından




Her şey birden çok hızlı ilerlemeye başladı. Facebook ve twitter sayfamda önce tek taşını paylaşan kız arkadaşlarım, sonra nişan fotoğrafları, bol bol sim ve parlak taşla bezenmiş kıyafetler, aradan çok uzun bir süre geçmeden nikah tarihinin ilanı, davetiyeler, düğün fotoğrafları, aynı evde yaşamanın keyfiyle çekilen "beraber kahve&çikolata keyfi" fotoğrafları, karda yuvarlanırken çekilmiş fotoğraflar, beraber gezerken fotoğraflar, bir süre sessizlik sonra birden hamilelik ilanı, hayırlı olsunlar, hamilelik süresince duygusallığın ortalığa dökülmesi, bu esnada başka arkadaşların bir çığ gibi büyüyerek devam eden söz ve nişanları, sonra o güzel bebeklerin fotoğrafları, küçük ve sevimli bir aile pozu, çekirdek aile saadeti, bir süre sessizlik, arkasından bebeğin gazı yahut uyumamasıyla ilgili serzenişler, günden güne büyüyen bebeklerin fotoğrafları, o çok aşık olunan adamın fotoğraflarının artık neredeyse hiç görülmemesi, hep çocuk fotoğrafları, çok tatlı bitanecik kuzucuk fotoğrafları, olmayan "beraber kahve&çikolata keyfi", her akşam izlenen NTVspor, kendinle alakalı daha az fotoğraf, sonra daha da az, sonra sadece çocuklarının fotoğrafları, çünkü evet, artık 2 tane oldular...

Hayat böyle böyle akıp gidiyor. Paylaştıkları kadarıyla gördüklerime içim gidiyor. Ne saadet! Ben hala yalnız ve bağımsızım ama mutlu değilim. Hafta sonu kafama esince bilmediğim bir şehri gezmeye gidebilirim, akşam 9 seansında film izleyebilirim, bütün bir günü avare avare sokaklarda dolanarak geçirebilirim. Arkadaşlarımla her daim buluşabilirim. Kimseyle birlikte plan yapmak yahut planımı kimseye uydurmak zorunda değilim. Bir akşam ansızın karar verip ertesi gün işi bırakabilirim. Kendime daha çok vakit ayırabilirim. Kitap okumayı, dizi izlemeyi ritüel haline getirecek kadar abartabilirim. Yalnız kaldığımda çok sessiz ama çok sessizce ağlayabilirim. Kimseye itiraf edemem ne kadar bunaldığımı, nasıl da içinden çıkılmaz bir kuyuya düştüğümü. Facebook'ta mutlu insan fotoğraflarına bakıp onları sıradan bulup sonra sıradan olmayan hayatıma ve anormal hallerime ağlayabilirim.

Bazen o hayata imrendiğimi zannediyorum. Sonra kaldırılmayan klozet kapakları, uykusuz geceler, diş çıkarma sancısı, hastalıklar, herkesle ilgilenirken kendinle ilgilenmeyi unutma halleri geliyor aklıma. Acaba sadece sevmek uğruna bunca acıya değer mi diye düşünüyorum. Çünkü bu meselenin aslı hiç bir zaman sevilmek olmadı. Çünkü hiç bir eş, hiç bir anne asla sevdiği kadar sevilmedi. Mevzu bahis sadece sevilmek olsaydı ailelerimizin yanından asla ayrılmamamız gerekirdi, ne de olsa kimse onlar kadar çok sevemeyecek bizi. Ama ya sevmek... Yorgun ve umutsuz hissediyorum bazen kendimi. Bir kedi alsam mesela, onu çok sevsem, yetmez mi?


24 Şubat 2013 Pazar

limonlu bahçe

Bugün muhteşem bir hava vardı ve ben yeni bir yer keşfettim. Çok tatlı bir mekândı, anlatmadan duramayacağım. Hem böylece yazmam gereken bir başka yazıyı ertelemek için bahanem de olmuş oluyor.

Yine günlerden bir pazar günü ve ben avare avare İstiklal'de dolanıyor iken her zaman gittiğim kafenin tıka basa dolu olması sonucu yeni bir yer arayışına çıktım. Aslında Boğaz manzarası olan bir mekana gitmek istiyordum ama Galatasaray Lisesi'nin yanından Karaköy'e inen sokaklardan birinde Limonlu Bahçe diye bir tabela gördüm ve artık oraya girmek bana farz olmuştu.

Giriş kısmı çok tuhaf, sanki yanlış bir yere gelmişsiniz izlenimi veriyor, yok burası değildir canım diyorsunuz, ama vazgeçmeyin o koridorlardan arka bahçeye çıkın. Şehrin ortasında bir sayfiye yeri, ciddiyim. Dekoru hoş, daha çok ahşap malzeme kullanılmış. Her yerden yeşillik fışkırıyor ama öyle saksıda yeşillik gibi değil. Cidden bahçeye çıkmış hissediyorsunuz. Zaten kapalı olan kısmın içinden de bir ağaç geçiyor.

Yine tuvalette de kocamaaaaan bir ağacın gövdesine yaslanabilirsiniz bir yandan hacet giderirken, temiz miydi diye sorarsan; genel olarak temiz fekat elit insanlarımız hala klozet kapağını kaldırmayı öğrenememiş. Bir de kadın erkek aynı tuvalet, kötü. Hoş, oraları geçeli çook oldu dimi?

Garsonlar süper. Laubali olmadan samimi, saygılı. Öyle dakikada bir başına gelip rahatsız etmiyorlar ama artık alıştığımız garson tarafından görülememe sıkıntısı da yok. Müşterilerin geneli kalburüstü. Hatta ben kendimi köylü gibi hissettim biraz ve balığı çatalla yedim ama hiç kılçık yoktu, o yüzden ayıklama derdi de yoktu.

En önemlisi, lezzet noktasına gelirsek; iyi malzemeyle, hijyen koşullarına uygun ve özenilerek hazırlanılmış bir yemeğin kötü olma ihtimali yok. Ben kağıtta levrek yedim ve çok beğendim. Tabi kedicikler etrafımda toplanıp acıklı gözlerle bana bakarak hani bize dediler ama umursamadım, hunharca yedim. Normalde bir parça verirdim ama yerler o kadar temizdi ki balığın yağı leke bırakır diye korktum, o yüzden veremedim.

İkinci önemli unsur olarak fiyatlara gelirsek, öyle über pahalı değil ama kesinlikle ucuz da değil. Yani bir çay 4 lira bir çorba 10 lira, dolayısıyla bir çay çorba içerseniz 14 lira verip çıkıyorsunuz. Makarna ve salatalar da 13 ila 30 lira arasında değişiyor. En pahalı yemek kuzu incik; 45 lira. (yuh! evet, bence de yuh). Levrek de 26 TL. Çok azcık içim acıdı ama az. Ağır buğur misafir götürülür ancak, öyle bir yer.

Sonuç olarak hizmetten memnun kaldım ama her gün gelir misin dersen sevgili okuyucu, gelmem. Çünkü ben bir oturmaya bir demlik çay içen insanım. Aşağı yukarı 8 bardak desek, sırf çaya 32 lira veremem. Ama öyle arada kendimi şımartmak için gelirim, güzel bir yer. Siz de benim gibiyseniz mahalledeki kahveyi tercih edin, orada çaylar 50 kuruş, birini bitirmeden diğerini isteyebilirsiniz.

Şimdi biraz kötü bitiyor gibi oldu yazı, fiyatlardan falan bahsedince ama fotoğrafını koyuyorum, neden gidilmesi gereken bir yer olduğunu ben değil o anlatsın size.




20 Şubat 2013 Çarşamba

kadıköy'de kaybolmak


Kaybettiklerimiz hep en kıymetlimizdir ya, bazen kaybetmek gerekiyor sahip olduklarımızın değerini anlayabilmek için. Kendi değerimizi anlamak içinse kaybolmamız gerekiyor zaman zaman...

Bazı yerleri birden severiz, aşık oluruz, bazı yerler ise yılların alışkanlığıyla, farkına varmaksızın sevilir, derin bir muhabbetle..

Küçükken kaybolmayı severdim. Ama öyle bulunmamak üzere değil, küçük kayboluşlar. Gerçeklikten, sorumluluklardan, hayatın baskısından kaçmak için bir teneffüs gibi.. Böyle zamanlardan birinde Kadıköy'de saatlerce gezmiştim. 17 yaşımdaydım, kendimce özgürdüm. O zamanlar Kadıköy benim için çok büyük , uzak ve karışık bir yerdi. Bir metropol taşrasında, Tuzla'da doğup büyüdüğüm için Kadıköy'ün sokaklarının çokluğunu, kalabalığı, gürültüyü aklım almıyordu. Hem korkutucu, hem çekici bir yerdi Kadıköy. Bilmediğim sokaklara dalmış, balıkçıların, kitapçıların, antikacıların önlerinden geçmiş, esnafla muhabbet etmiş, bazen çıkmaz sokaklara sapmış, bazen aynı yerden defalarca geçmiştim o gün. Küçük kayboluşlar yaşamıştım ama biliyordum ki her yokuşun sonu deniz ve kaybolduğumu hissettiğimde denize inip yolumu bulabilirim, kendimi bulabilirim.

Denizi, yokuşu olmayan şehirlerde yönümü tayin edemiyorum, kayboluşlar küçük olmuyor, kendimi çaresiz, yorgun, bedbaht hissediyorum. Her yolun sonunun denize vardığı bir iç dünyam vardı eskiden. Kaybolmaktan ürkmüyordum çünkü yolumu tekrar bulabileceğimden emindim. Şimdi içim uçsuz bucaksız bir sahra, kayboldum, kendimi bulamıyorum.

Kadıköy'e gelince, o hala yerinde duruyor, benim uğrak yerim, daimi sevgilim. Lise yıllarımda insanların Kadıköy'ü nasıl olup da sevebildiğini bir türlü anlayamazdım, şimdi anlıyorum. Kadıköy'ü sevmesem de Kadıköy'den geçmeyen bir güzergah hayal edemiyorum. Defalarca geçmem bir daha Kadıköy'den desem de her seferinde kendimi rıhtımda buluyorum...

16 Şubat 2013 Cumartesi

müdavimlik


Müdavim Arapça’dan dilimize geçmiş bir kelime. Anlamı devam etmekte olan . Peki nedir müdavimlikteki çekici olan nokta? Aynılığın, tekerrürün sıkıcı sayıldığı ve tercih edilmediği, sürekli farklılığın arandığı bir zamanda yaşarken müdavimlik neyi ifade ediyor?

Her ne kadar farklı deneyimleri, yeniliği, hareketi, bereketi seven bir insan olsam da alışkanlıklara, eski’ye dair olan şeylere de vazgeçemediğim bir zaafım var, iflah olmaz bir müdavimim. Bir mekana gidiyorum ve garson ben istemeden çayımı getiriyor yahut “oooo hoşgeldiniz gözlerimiz yollarda kaldı, nasılsınız?” diyor ya, o an dünyada benden mutlusu yok. Bir yerde her zamankinden diyebilmek, o an orada tanındığımı hissetmek benim için çok önemli.

Mesela geçen akşam Kahveci Mustafa Amca Jeans’e hem bir çay içmek hem de İstiklal Caddesi’nde uzun bir yürüyüşten önce biraz soluklanmak için uğradım. Yağmurlu bir hava, ortam sakin, herkes muhabbetinde, samimiyetin koklanabilir bir şey olduğunu düşündüren “o an”lardan biri. Çayları getiren genç adam vermeden önce bardağın içindeki çay kaşığını ve yanındaki şekeri aldı, “şekersizdi dimi?” dedi. İşte böyle anlar benim için özel anlar çünkü bilenler bilir Kahveci Mustafa Amca Jeans her gün yüzlerce insanın gittiği, her daim kalabalık bir uğrak yeridir. Eğer buna rağmen hatırlanabiliyorsam ben o mekanın müdavimi olmuşum, bir miktar da olsa oraya aitim artık.

Yahut Sait Başer’in Keyfiyet Sohbeti. Kısa bir dönem sıklıkla gitmiştim ama neredeyse 1 yıldır ara verdim. Geçenlerde bir Cuma akşamı rastlantı eseri o saatlerde Üsküdar’daydım ve Divan Edebiyatı Vakfı’na uğramak geçti içimden. Gittiğimde ders başlamıştı. Kıyıya iliştim ve dinlemeye başladım. Sait Hoca’nın cümlesi biter bitmez bana dönüp hoş geldin demesi, hal hatır sorması, uzun zamandır gitmeyişimin araya bir mesafe koymamış olması, unutulmamış olmak o kadar güzel geldi ki.

Örnekleri çoğaltabiliriz ancak her şeyin çok hızlı aktığı, her gün sürüyle insanla tanıştığımız bu hayatta unutulmamak, bir yerlere ait hissedebilmek nadir rastlanır bir keyif haline geldi ve ben sırf bu hissi sevdiğim için aşina olduğum yerlere gitmeyi tercih edebiliyorum.

Arkadaşlarım neden hep aynı yerlere gittiğimi soruyor, bu yazıyı At Pazarı/Eski Kafa’da yazıyorum ve buharı tüten tarçın çayım daha ben istemeden “Üstad nerelerdeydin?” sorusu eşliğinde masama geldi. Bu sevilmeyecek bir şey mi?


13 Şubat 2013 Çarşamba

sıfır


bana etkinlik verin, gezme verin, oyalanma verin. bu böyle gitmez!

demin saydım 17 dizi var takip ettiğim! en son ne zaman kitap okuduğumu hatırlamıyorum. iyi ki arkadaşlarım var da ara sıra sinemaya tiyatroya fln götürüyorlar beni.

ben ne ara böyle bilgisayar karşısında salya akıtma aşıklısı bir insan oldum. hayır enteresan olan eskiden daha az vakitte daha çok şey yapardım. buraya yazı yazardım, facebookta twitterda arkadaşlarımla sosyalleşirdim, haberlere bakardım, yeni şarkılar filmler keşfederdim. neden böyle oldu?

bunu da cevap istediğimden fln buraya yazmadım. ona göre! zencefilli çay iç, sırtını sıcak tut, mandalina ye, doktora git, antidepresan kullan gibi tavsiyeler verecek olanlara da kafa atarım. çok pis atar yapasım gelmiş belli ki. neyse biraz rahatladım gibi.

sonuç olarak ben neredeyse 1 yıldır kısmen ölüyüm. vücudum sağolsun muntazaman çalışıyor. hala manyakçasına kilo alıyor, üşütüp hasta oluyor, tırnaklarım uzuyor, saçlarım uzuyor, ben kestirdikçe, ondan da bi bıkkınlık geldi. ama vücutta problem yok yani. çalışıyor gayet. sorun kafada.

benim beynim kalmamış meğersem. gayet mümkün aslında. çünkü ben kafamı çalıştırmam gereken bütün olayları üniversite bitene kadar hallederim diye planlamıştım, o noktadan ilerisiyle alakalı en ufak bir plan yoktu. baya bildiğin kara deliğe düştüm üniversite bitince. hala da oradayım ama tünelin ucunda bir ışık var. bindik bir alamete bakalım nereye gidiyoruz.

olur da bu tünelden çıkarsam da çıkacağım yer bambaşka bir evren olacak. herkesin sorumluluklarını almaya başladığı, her şeyin ciddileştiği, metabolizmalarımızın bile daha yavaş çalıştığı bir evren. kabullenmek istemiyorum ama galiba büyüyoruz sayın okuyucu.

offfff tamam daha fazla moralim bozulmadan gidip dizi izliyim iki bölüm daha, çekirdek çitleyip çay içerekten. hayaller ve planlar bir süre daha bekleyebilir. bir yere kaçmıyoruz neticede!