12 Mart 2012 Pazartesi

huzur noktası

Anneannemlerdeyim. Odun sobasının insanı mayıştıran sıcaklığı her yanımı sarmış. Televizyonda sesi kısılmış bir maç tekrarı, elimde Bizim Büyük Çaresizliğimiz, dedemi dinliyorum. Dayımın söz dinlemezliğinden, laf anlamazlığından dem vuruyor misaller vererek. Yaşlılık tuhaf şey. 72 yaşlarındaki dedem 43 yaşındaki dayımı bana şikayet ediyor. Gözlerindeki, sen büyüyünce onun gibi yapma diyen bakışı görüyorum, görmemezliğe veriyorum. İnsan her şeyi görürse yaşamaya dayanamazmış gibi geliyor.

Tırnaklarına ne olmuştu diye soruyorum. Yavaş yavaş anlatıyor, yaşlı insanların o huzur veren yavaşlığıyla. Hızlı yaşamanın insanı yorduğunu bilmenin irfanıyla veya hızlı yaşamış olmanın yorgunluğuyla. Küçük parmağını göstererek bu Almanya'da madende çalışırken oldu diyor hafife alırcasına. Diğer 3 parmağını gösterip bunlar diyor duruyor, o günün gözlerinin önünden geçtiğini görüyorum ve devam ediyor, 56 yılıydı, dokuma fabrikasında makinanın mekiğine kaptırdım. Devam etmesi için bekleyen gözlerle bakıyorum gözlerine, küçüktüm, pek kimsem de yoktu İstanbul'da. Fabrika Zeytinburnu'ndaydı, gece mesaisiydi, o saatte nereden bulursun vasıtayı, ta Yedikule'ye yürüdüm Ermeni Hastahanesi'ne, öyle soğuktu ki yaradan akan kanlar yere ulaşana kadar donuyordu, şimdi bunları soğuk sanıyorsunuz diyor, günlerdir bu nasıl soğuk arkadaş! diye söylenen kendimden utanıyorum. Ne fakirlik, ne eziyet diye söyleniyor, gözlerindeki hüzün içime oturuyor. Tabi soğuk olması belki daha iyi oldu kan kaybı açısından, hastahaneye varınca diktiler parmaklarımı, pansuman ettiler ama tırnaklarım düzelmedi işte diyor, konuyu kapatmak isteyen, gözleri yaşlarını içine akıtmaktan kızarmış, mahcup dedem. Çocuk yaşta babasız kalıp memleketi Trabzon'dan iş bulmaya İstanbul'a gelen, 16 yaşında fabrikada çalışıp yalnız yaşayan, ailesine, yetim kardeşlerine para gönderen dedem. O gün hissettiği sahiplenilmemişliği hala içinde taşıyan, 16 yaşında, yetim, çocuk yaşta büyümek zorunda kalmış dedem. Kanser olduğunu öğrendiğinde umursamayan, kemoterapi süresince hiç sızlanmayan, bir gün dahi boş durmayan çetin ceviz dedem, 16 yaşındaki hayal kırıklığını hala içine ağlayarak anlatıyor. Anlıyorum ki büyük hayal kırıklıkları onulmaz yaralar açıyor insan ruhunda. Konuyu değiştiriyorum...
Birlikte yemek yiyoruz. Yemek bitince dedem arka tezgahta duran baklavadan bir dilim aşırmaya kalkıyor, 5 yaşında bir çocuk afacanlığı gözlerinde. Anneannem fare kovalayan kedi misali mutfaktan çıkarıyor dedemi sonra dönüp bana, dün akşam 2 dilim verdim bugün hali hiç iyi değil diyor. Onlar Sherlock ve Watson gibiler. Birbirlerini hem çileden çıkarır hem de arkasını kollarlar.

Odaya dönüyorum. Sobada odunlar çıtırdayarak yanıyor. Sobanın üstündeki güğümde her daim hazır bekleyen sıcak su ve çıkardığı su buharı. Havanın bile bir yoğunluğu var yaşlı insanların evlerinde. Sanki o değişmeyen rutinler burada bir zaman çemberi oluşturmuş. Ne dışına çıkabiliyoruz ne de daha hızlı hareket ettirebiliyoruz zamanı.

Bakışlarımla dedemden izin alıyorum. Sobanın yanındaki divana kıvrılıyorum. Burası benim nefes alabildiğim nadir hayat duraklarından. Sebepsiz bir huzurla doluyor içim. Uykuya dalmak üzereyken dedemin, akşama fındık da kavururuz diyen sesi kulaklarıma ulaşıyor. Zaman çemberi gülümsüyor. Kafamı güçlükle olur dercesine sallıyorum ve uyku salıncağına atlıyorum. Aziz öğle uykusu beni sarıyor.

Giderken dedemin elini öpüyorum. Her zamankinden daha anlamlı benim için. Biliyorum ki o eller benim bugünümü kuran ellerden. Dokuma tezgahlarında, madenlerde, inşaatlarda ezilmiş, güneşte kavrulmuş, yıllarla buruşmuş, benden önceki ve sonraki nesil için çalışmış emektar eller. Ve biliyorum ki emek kutsaldır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder