23 Aralık 2010 Perşembe

haftada 2 kitap projesi 4.hafta

çok moralim bozuk çoook. korsan kralımı sıranın altında unuttum geçen hafta :( ve kayboldu :((
hemen bu haftanın kitaplarını verip gidiyorum biraz da ağlıycam kitabıma :(

13 Aralık 2010 Pazartesi

haftada 2 kitap projesi 3.hafta

evet biliyorum biraz geç kaldım ama merak etmeyin sadece yazı geç kaldı ben kitaplarımı yinede okudum :) eğer vakit bulabilirsem ve çoook harika kesin okuyun dediğim bir kitap olursa yorum işine de girebilir(miy)im. Bilemiyorum. Bu iş bana göre değil aslında, hiç değil ama deniyorum işte :) evet eğer hala burayı takip eden birileri varsa bu yazının aslında 8.aralık çarşamba yayınlanması gerekiyordu ama ne demişler geç olsun güç olmasın :)

bu hafta Unutulmuş Diyarlar/Değişimler serisine geçiyoruz. ilk kitap ork kral, ikincisi ise korsan kral üçüncüsü de hayalet kral olacakmış. gümüş sınırların yeniden şekillenmesine şahit oluyoruz bu seride ve sanırım bu yüzden değişimleri anlattığı için serinin adı değişimler :))

yeni bir keşifte bulundum birde. the pretty reckless - make me wanna die

1 Aralık 2010 Çarşamba

baylan pastanesi



Geçen cumartesi Kadıköy'e gidince sadece imza günüyle yetinmedik tabi, gezdik birazcık :) ara not: Cenk Bey sağolsun Fransız tatlılarına merak sarmış durumdayız ve evde yapılamadıkları için sürekli merak içersindeyiz. Neyse gezerken gezerken bir pastanenin önünden geçiyoruz. Esmanur Aaa! Macaron var. Ben çok merak ediyorum, sen hiç yedin mi? dedi. Yok yemedim bende merak ediyorum diyince daldık Baylan pastanesine. Tabi tahminlerimizin çok üstünde bir fiyatla karşılaşınca eheem biz çıkalım o zaman olduk. Kasadaki beyefendi de sağolsun birer tane ikram edelim hanımlar dedi. Teşekkür ettik. Esmanur beyaz olanını aldı ben krem rengi olanı. Dışı çıtır içi yumuşacık dolgulu bir tatlı macaron. Bizim acıbadem kurabiyesini andırıyor. Zaten sonradan öğrendikki badem tozuyla yapılıyormuş. Benimki kahve aromalıydı, Esmanur pek anlayamadı tadını, sonra kasadaki adam bakıp yalnız hanımefendi o beyaz olan konyaklıydı dedi. :)) Esmanurun dilini dışarı çıkarmış tükürme, kusma arası suratı tam fotoğraflıktı. Bir yandan da kasadaki adam bana göz kırpıyor. Şaka yapıyorlar dedim de dükkanın ortasına tükürmedi. Haftanın en iyi günüydü. Gerçekten eğlenceliydi.

H.K.Ş

haftada 2 kitap projesi 2.hafta


geçen haftanın kitapları çerez gibi gitti hatta bu haftanın kitaplarını da az buçuk taciz ettim. :)

27 kasım cumartesi hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Emrah Serbes'in imza gününe gittim. Sanırım ahir ömrümde 1 kişiye olsun hayran olabileceğim. Tabi kitapları henüz okumamıştım. Aslında sadece Erken Kaybedenler'i okumuş diğerlerine sadece bir göz atmıştım. Çünkü benim bir kitabı okuyabilmem için önce elimin altında bir süre gezmesi, çantama, parmak izlerime alışması, sigara paketinin altında beklerken sıkılmamayı öğrenmesi gerekiyor. Tabi bu sırada dışarıdan bazı densizlerin yorumlarına maruz kalabiliyor.

Her temas iz bırakır'ı okumadan önce alıştırması yapıyordum. Armutlu'ya giderken yanımda götürmüştüm. Plajda güneşlenirken okunacak kitap olmadığını bende biliyorum ama onun bana alışması gerekiyordu, benim de ona alışmam... Tam o sırada pat! bir arkadaşımın annesi gördü kitabı.
-Aaaa bunun dizisi var dedi.
Ben büyük bir hevesle, gayet meraklı bir şekilde
-Aaaa nasıl ki? diye sordum. Sormaz olaydım
Vay efendim, çok sıkıcıymış, hikaye kilitmiş, kitabı da sıkıcıymıştır büyük ihtimalle derken bende bir uzaklaşma, bir okuma fetreti hüküm sürdü. Bunun üstüne benden önce kitapları erkek kardeşimin okuması işi hepten bozdu. Onun benden önce okuduğu kitapları asla bitiremiyorum. Bir "curse" durumu vaki...

Tabi imza günü bu tabuları komple yaktı , yıktı. su içer gibi içtim kitapları :) Sigaraları yiyen, kitapları içen bir kadın olarak tarihe geçeceğim sanırım :) Gerisi tırişka. Bu haftanın kitapları da Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat.

H.K.Ş

25 Kasım 2010 Perşembe

totoro ve ben :)

hayao miyazakinin yazıp yönettiği 1988 yapımı anime komşum totoro'da dikkat çekici bir karakter var. Adı Mei. 2,5 yaşında ve biliyorum o aslında benmişim. :) Tepkilerini, hareketlerini, sevimliliğini severek takip ediyoruz. :)


1.incelemeci meraklı surat
2.sinirli, gerginn :))
3.uykulu
4.uyudu bilee :)

24 Kasım 2010 Çarşamba

haftada 2 kitap projesi 1.hafta

biraz şöyle biraz böyle'nin haftada 3 kitap projesi beni tetikledi ve uzun zamandır yapmam gerekeni yapmaya başlıyorum. ancak, ben haftada 2 kitap diyorum. sınırları zorlamaya gerek yok. :)

elimde bir yığın okunmamış kitap var üstüne üstlük hala yenilerini almaya devam ediyorum. birde sadece satın almanın yeterli geldiği ve hiç okumaya niyetlenmediğim kitaplar var. onları eritmek için de faydalı olacağını düşünüyorum. mesela victor terras'ın "dostoyevski'yi okumak" ı hala bekleme listesinde :)

bu haftanın kitapları;
R.A. Salvatore - Avcının Kılıçları Serisi 3.kitap - İki Kılıç



Suzanne Collins - Yeraltı Günlükleri Serisi 1.kitap - Gregor ve Gri Kehanet



Bu kitapları dahi böyle okumak zorunda kalacak olmam da hiç aklıma gelmezdi, başıma geldi. Kitap kurtluğu özelliğimi yitirdim mi ne???

H.K.Ş

kıskançlık sevgi ölçütü mü?


ekşi sözlük alıntılarımızdan bir devam yazısı:(ben kendime dersler çıkardım!))
başlık: kıskanmayan sevgili
yıllar yılı elida laboratuarlarında yapılan ince araştırmalar göstermiştir ki, kişi âşık olduğunda, âşık olduğu insanı o kadar çok sever, o kadar üstün görür ki bu güzelliği başka kimseyle paylaşmak istemez -var böyle bir şey. dizdize edilen sohbetlerde bahsi geçen her karşı cins üyesi akılda "acaba, ulan, hmm bu ismi aklımda tutayım" alarmını her iki cins için de fişeklese de bu durumun kadınlarda daha sık olduğu da yadsınamaz bir gerçektir.

ne var ki, kadın kendi kıskançlıklarını dizginleyip, havanda döverekten ilişkiye baharat tadında serpiştirebiliyorsa, şüphesiz ki karşısında "istediğinle istediğini yapabilirsin, ben sana güveniyorum" diyen xxxl bir sevgili görmek istemeyecektir. hatta bu tarz bir pişkinlik "güvenmesene bana kardeşim, neyime güveniyosun?" tarzı ters tepki yapmak suretiyle kadının ipini koparıp kısrak misali koşmasına, erkek mahzeninde fingir fingir efektleri arasında degüstatörlük yapmasına sebep olabilir. işin kötü tarafı da hadisenin boku çıktığında "eytere bea" nidasıyla "illallah" söylemini açık eden bireye garip garip bakılarak "noldu genişcan, kıskandın mı?" sorusunun sorulabilecek, yanıtının ise alınamayacak oluşudur.

bunun yanında, "kıskançlık sevginin ölçütü değildir, seven insan kıskanır diye bir şey yoktur, pişkinsem günahım ne?" mealli çıkışlar son derece politik olmakla beraber ilk bakışta mantıklı gibi bile görünebilmektedir. halbuki gerçekten şöyle okkalı bir âşık olmuş ya da hayatında bir elin parmakları kadar kadın-erkek ilişkisi görmüş bir insan için sevgili sıfatına layık görülüp de vücudunun her milimetrekaresi ezberlenen insanı bir başka karşı cins üyesiyle (misal) sarmaş dolaş görünce hiçbir psikolojik rahatsızlık hissetmeme durumu; 2+2=5 denklemi kadar anlamlı, ardından gelen "ama billahi çok seviyorum" yalanı kadar gerçektir.

bu böyledir der, aksini iddia eden de dombilidir, duygusuzdur hatta hissiyatsız gudubettir der çıkarım işin içinden. ben yaptım oldu.

diğer bir görüş:
tehlikeli bir sevgilidir.
biriyle evliyim ordan biliyorum.
diğer türden olanları (hani şu ota boka gitmaa! diye zırlayanlar) zaten baştan olası gereksiz hareketleri otokontrole gerek bırakmadan engelleyebilmektedirler. tabi hiç bir kimsenin diğer bir insanın tüm yaşamını tamamiyle kontrol edemeyeceğini, bu kadar baskıdan bunalan diğer bireyin fırsatını bulduğunda ve yakalanmayacağından emin olduğunda neler yapabileceğini bu noktada bilerek göz ardı ediyoruz.

bu türden olan, kıskanmayan sevgili; kendine güven taşıyan, hareketlerinin ve kabul edebileceklerinin sınırlarını karakterinin doğal bir uzantısı olarak çoktan belirlemiş bir bireydir.
arkadaşlarla haftasonu dağa bayıra çıkılacaktır, çıkarsın. o da zaten arkadaşlarıyla buluşacaktır.
bir geceni bilgisayar başında da geçirebilirsin, ona yeteri kadar vakit ayırıyorsan bu da problem değildir.
habersizce eski arkadaşlarınla (içlerinde bayan olsun olmasın) bir akşam topluca yemeğe çıkabilir, çakırkeyif de dönebilirsin. senden eminse hiç sorun değildir.
arkandan gitmeaa! diye ağlamayacaktır.
amma ve lakin; bu durumların hepsi otokontrole, yani senin sınırlarını bilip ona göre davranabilmene bağlıdır. ola ki bir noktada kontrolü elinden kaçırdın; işte orda yan bastığının resmidir.
kapıyı çeker ve çıkar.

böyle olacağını baştan bilmektesindir; bu nedenle arkasından "gitmeaa! sensiz yaşayamam!" diye ağlayamazsın da. işe de yaramayacaktır zaten.
kaldıramayacak, kendini bilmeyen insanlara göre değildir "kıskanmayan sevgili".

özlemek


hep diyorum ekşisözlükte iyi yazan bikaç adam var diye, resmen benim hissettiğim ama dillendiremediğim şeyleri sosyolojik tespit olarak ortaya koymuş :))
başlık: abartı özlenen sevgili sendromu
özlemek fiilinin artık son raddesine ulaşmış halidir. bu esnada ola ki iletişim kurabiliyorsanız sevgili ile ona açılmamanızı tavsiye ederim. özlediniz mi? tamam özledim seni bu kadar. ola ki abartılı özlemenin abartısını, yaşamayan anlayamadığı için size aynı raddede karşılık veremeyecektir. belki de bu bir zorunluluk değildir abartı özlemek, kimisi sadece özler, özleyebilir, bunda rahatsız olunacak bir nokta yoktur,
ama abartı özleyen şahıs emin olun ki artık kafayı sıyırma noktasına gelmiştir; hatta neredeyse psikolojik bir desteğe ihtiyacı vardır. bu yüzden karşıdakine onu abartılı derece özlediğini anlatmaya çalışırken kişi, onu abartı derecede olmayan ama özleyen sevgili tarafından "abartılmış" bir pozisyonda bulur kendisini.
bu yerine hayal kırıklığını getirir.
bu da kapanması çok zor olan yaraları. hele ki özleyen sevgili birbirinden ayrı düşmüş sevgilidir. ve bu esnada iletişim olanakları skype, msn, telefon gibi kısıtlı iletişim olanaklarından başka bir şey sunamaz insana.
ve birbirinin yüzüne bakarak, elini okşayarak, dudaklarını seyrederek, nefesini hissederek seven çift için bu telefon, msn, skype gibi naneler hiç de hoş sorun giderme ağı değildir, olamamıştır.
siz siz olun, abartılı derecede özleyen sevgili kısmında iseniz, bu sendromu sakın ola ki sizi, sizin onu olduğu kadar özleyemeyen -bu bir hata değildir, gayet normaldir- sevgiliye bu abartınızı dillendirmeyin. bu sizi artis, cool ya da duygusuz yapmaz. size, ilişkinizi kurtarma boyutunda yardımcı olur.

bu başlıklara kadar gelmişseniz ve bu entry'e kadar okumuşsanız; belki ilginizi çeker:
(bkz: uzaktaki sevgili)
(bkz: uzak mesafe ilişkisi)
(chemsuk, 04.01.2009 07:58)

maskeliler


20 Kasım Cumartesi akşamı yıllaaar sonra ilk defa tiyatroya gittim. Tiyatro kelimesi bana hep komediyi çağrıştırırdı çünkü en son izlediğim oyun muhtemelen bir çocuk oyunuydu ve malumunuz çocuk oyunları biraz komik ama daha çok aptaldır.

Eğer Esmanur 1 ay öncesinden biletlerini almasa, daha yıllaaarca tiyatroya gitmeyebilirdimde... Gel gelelim, bu oyun son zamanlarda izlediğim en güzel şeylerden biriydi.

Konu, Filistinli 3 kardeş ve savaş. Çok fazla ayrıntı vermek istemiyorum. Sadece ben beğendim, tavsiye ederim.

Oyunu yazan Ilan Hatsor bir yahudi. Beni etkileyen yanlarından biri de bu.

Oyunculuklar mükemmel. Özellikle Mehmet Gürhan adi ispikçi rolünü çok iyi kotarmış. Avrupa Yakası'nın Cem'i Levent Üzümcü ise dizilerde oynayarak kendisini harcamasın. Adam gerçekten yetenekli. Özellikle ses tonu kullanımına hayran kaldım. Gerçi tiyatro ölüyor. Sadece idealizm ve heves bu kurumu hala ayakta tutan gerçekler. Daha çok tiyatroya gitmeliyiz gençler! İstanbul'da yaşamanın hakkını vermeliyiz. Ne de olsa 2010 Kültür Başkentiyiz caaağnım :)

H.K.Ş

22 Kasım 2010 Pazartesi

bilmezdim

alışmanın bu kadar kolay, kaybetmenin bu kadar zor olduğunu bilmezdim... bilinmeyesice...
yanlış anlaşılmaktan korkardım hep ama yanlış anlaşılmanın bu kadar korkunç olduğunu bilmezdim...
dilimle mahvettiklerimi ellerimle tamir etseydim, eminim onlarda kalbim kadar harap olurlardı...
kalbimin izbe köşelerinden henüz çekine çekine çıkarken, şimdi yine oraya dönüyorum. her zamankinden biraz daha kırgın...
belki bahane, bilmem ne, hayaller hayaller, bitin. öylesine bitin ki, insanlarımı kaybetmek bana böyle zor gelmesin...
ey kalbim! kırılmalara karşı garantili bir takım porselenle değiştireceğim seni... içime batıyorsun...

H.K.Ş

19 Kasım 2010 Cuma

harry potter and the deathly hallows part 1


2000ler popüler kültürünün ilk ikonlarından biri harry potter ve aynı zamanda benim çocukluğum.
12 yaşımda başladım kitaplarını okumaya, her yeni kitapla büyük heyecanlar sardı biz çocukları. sonra biz büyüdük ve bizimle birlikte harry potter da büyüdü. ilk filmi izleyeceğim gün nasıl heyecanlandığımı bir ben bilirim. çok büyük olmasa da benim için hayalkırıklığı niteliğindeydi film çünkü kafamda yarattığım filmden daha güzel değildi. 3.filmden sonrası ise tam bir hüsrandı. taa ki, son filmin ilk partına kadar.

son kitabı okuduğumda içimde birşeyler koptu. dalga geçmeyin! gerçekten! ipek ongun'un bir genç kızın gizli defteri serisi bittiğinde de öyle olmuştum. sanki onlarla birlikte yaşadığımız hayatımızda onlar ölmüş ben devam etmişim, sanki çok sevdiğim arkadaşlarıma ihanet etmişim gibi hissettim her seferinde. ve son kitap bittiğinde böyle hissetmemin en büyük sebebi de filmden hiçbir umudumun olmayışıydı. yani kitapla beraber bu macera da benim için bitti demiştim içimden. işte bu şekilde hiç bir beklenti içersinde olmadan kitap bitmişken, ben okuyalı uzun zaman geçmişken bu film ilaç gibi geldi. yıllardır görmediğim bir dostumla bir otobüs yolculuğunda yanyana koltuklara düşmüş gibi hissettim kendimi.

uzun lafın kısası, film güzel, beklenti içersinde olmayın, eski bir dosta ziyarete gider gibi gidin filme, nostalji olsun. hem 22 yaşıma yaklaştığım şu günlerde benimle birlikte 10 yıl geçirmiş olan harry potter'a müsamaha göstermeyeceğimde kime göstereceğim? :) ailemden başka benimle birlikte 10 yıl geçirmiş kim var ki hayatımda?

H.K.Ş

18 Kasım 2010 Perşembe

güm pat!

herkesin bayramı kutlu olsun!

bugün kurban bayramının 3. günü. aslında kurban olayı ve bayram olgusuyla ilgili içinden bilgi fışkıran bir yazı yazmak isterdim. hatta kafamda yazdım bile. ama şuan benim için daha olağan üstü olan bir durum söz konusu...

dün akşam ailenin baayanları olarak başbaşa sinemaya gitmeye karar verdik. ananem, teyzem, annem, kız kardeşim ve ben. (eniştem de salça olmuş teyzemlere) pendorya afm'ye gittiğimizde filmde yer bulamadık. ny5m başka zamana kalsın dedik eve dönecektik ki, araba kullanmayı yeni öğrenen ben hevese geldim, ben kullanayım dedim. eniştem de izin verdi sağolsun...

burdan sonrasını şekil üzerinden göstererek anlatmak istiyorum.



Görüldüğü üzere otopark çıkışına kendi halinde gitmekte olan adama yandan bodoslama girmişim. peki neden?

heyecan, güvensizlik vb. problemler fakat asıl ben otomatik vites arabanın azizliğine uğradım dostlar. şu frene basmazsan araç kendi kendine hareket etmeye başlar durumu var ya otomatik arabalarda. işte bende ayağım frenin üstünde arabayı yavaş yavaş çıkarıyorum ama dikkat buyrun arada frene basarak. sonra sağ taraftan gelen aracı görüyorum. beyin durmam gerektiğini algılıyor ve bende doğal olarak sonuna kadar frene basıyorum ama o vites boşluğundan kaynaklanan ilerleme hareket sırasında ayağım frenin üstünde olduğu için, eğer buna basarken gidiyorduysam diğerine basınca da durmalıyım şeklinde düşünüyor beynim birden ve önümden geçmekte olan araca tüm gücümle gaza basarak bindiriyorum.

yaaa, insan beyni böyle birşey işte... algı dediğimiz olay böyle garip. (sadece bende mi böyle yoksa :S ?!@*)

sonuç itibariyle hayatımda yapabileceğim en kral kazayı yapmış bulunuyorum. Allah aşkına! kim fren yerine gaza kökleyebilir ki?!



bu benim kullandığım (kullanmaya çalıştığım) araba. plakası düştü ve küçük bir çiziği var.



bu da çarptığım araba. göçmüş durumda...

demekki neymiiiş? trafikte benimle karşılaşmamak için dua ediyormuşsunuuuz. :))

Sağlıcakla kalın..

H.K.Ş

7 Kasım 2010 Pazar

içim acıyor

İçim Acıyor

Zaten,kayıp, geçmiş zamanların,
Matemiyle dolu yüreğim.
Elimden bir şey gelmez
Bütün yükü kadere yükleyeceğim.
Ve niye erken geldim ki dünyaya,
Diye kızıp, bahtıma küfredeceğim.
Ama...yaşadığım zaman,
Yaşadığımız zaman birlikte...
Benim için önemli öncelikte.
Bilmeliyim, bilmek istiyorum.
Suskunluğuna mahkum olduğum,
Sensizlikle için için soluduğum,
Zamanları?...
Bundandır hep kahrolduğum.
Anla beni, anla hak ver!
Sensiz, kayıp yıllarıma mı yanayım?
Yoksa var olduğun, şimdi ki,
Sensiz zamanlara mı ağlayayım?

Necati Dikmen


öyle acıyor ki içim... hiç geçmeyecek, biliyorum... alışmam gerek, biliyorum...

yanıyorum, yanıyorum, yanıyorum...

senden ayrı geçirdiğim her saniye için, içinn için yanıyorum...

H.K.Ş

5 Kasım 2010 Cuma

pes 2011



Pes artık! demeyin. Farkındayım, maskülenliğin doruk örneklerinden olmaya başladım ama geçen akşam 3 erkek ve bir kız (yani ben) takıldığımızdan beri şunu biliyorum: Erkeklerle yapılabilecek en az sıkıcı şeylerden biri PES oynamaktır. Çünkü;

-40 yıl öncesinin maçlarını bile büyük bir ilgiyle izleyebiliyorlar.
-Dedikodu yapmaktan bihaberler.
-Hayal dünyaları neredeyse yok denecek kadar küçük.

Yani sizin anlayacağınız epey bi sıkıcılarmış. Ama mizah yeteneğinden yoksun oldukları için farkında olmadan komik olabiliyolar. Epey güldüm o akşam :)) Hee bide sürekli yemek yiyip sizinde iştahınızı etkiliyolar. Yedikleri de nereye gidiyor artık bilmiyorum hala tüy gibi dolaşıyolar. Gıcık bir durum.

Asıl mevzuya gelelim. Onur, Ufuk, Tolga ve ben 4lüsü eve gitmeden önce PES oynamaya karar verdik. Onur bizim bölümden 6.sınıf, Ufuk uluslararası ilişkiler, Tolga da edebiyat. Neyse takımlar oluşturuldu. En az kanser olanınız hangisiyse ben onunla takım oluyım dedim. En az Ufuk kanser oluyomuş bilmeyen adamlar yüzünden. Tabi biz başlıycaz oynamaya ama Onurla Tolga 10 tane mi atarız 20 tane mi geyiklerinde. Her zaman derim, düşmanı küçümseme :)))

İki oyun oynadık, ikisinide biz aldık. Sabrından dolayı Ufuk hocama teşekkür ediyorum. Sayesinde artık PES biliyorum az buçuk. :))

Şimdi gelin bakalım gençler. Rövanş zamanı... Hayır 2-0'ın rövanşı değil, siz ne anlarsınız futboldan PESten diye kızları eziklediğiniz zamanların rövanşı... :))

Eğlenceyle kalın...

H.K.Ş

4 Kasım 2010 Perşembe

tü-yap



evet "tüüü!" yap-abilirsiniz suratıma bu uzun ara için ama size harika haberlerle geldim. 29. tüyap kitapfuarı geçen haftasonu 30 ekim'de açıldı ve 7 kasım'a kadar da açık kalacak. ne güzel dimi :)

tabii fuar alanının dünyanın öbür ucu olduğunu göz ardı edersek! böyle diyenlere yahu abartıyorsunuz derdim ama mübalağa değilmiş. toplu taşıma olsun, özel araç olsun tuzla'dan beylikdüzü'ne ulaşım 3 saatten aşağı sürmüyor. hem de asrın teknolojisi(!) metrobüse rağmen. (burdan çaya çorbaya metrobüs katanları şiddetle kınıyorum!). hadi tek başıma olsam daha kolay olurdu ama biri 8 biri 10 yaşında iki veletle! bir daha olsa yine giderim. :) çok uzattım ama gerekliydi. biraz sinirimi dökmeliyim. çünkü hala emrah serbes'in imza saatini kaçırmış olmayı kendime yediremiyorum.

emrah serbes 29 yaşında ve bence harika bir yazar. basit yazdığını, savsakladığını söyleyenler var. bukowski içinde neler deniyor hergün ama bu adamın büyük olmasını engellemiyor işte... ilk defa kitaplarını evden taşıyıp imzalatma arzusu hissettiğim bir yazarın imza gününe gidecektim, nasip olmadı. halbuki ben zamanında gidebilseydim ve orda birbirimizin gözlerine baksaydık, sonra o benim kahve teklifimi kabul etseydi, iki lafın belini kırıverseydik ben biliyorum o da beni anlayacaktı... en kötü tarafıda ben yetişemediğimi öğrenip iletişimin standından ayrıldıktan sonra tekrar gelmiş ve benim içimden gelen bir hisle tekrar iletişim standına gitmemden 3 dk. öncede ordan ayrılmış. bir nev-i köşe kapmaca...

bu arada fuar bana çocukken de lisedeyken de çok büyük gelmişti, gerçekten de öyleymiş. :))



benden çok çocuklar eğlendi desek yersiz olmaz. üzerime emrah serbes'i kaçırmanın kasveti çökmüştü çünkü. 30-40 civarı onlara kitap aldık. bende unutulmuş diyarlar serisini tamamladım. uykusuz standında da bütün paramı dökme tehlikesi yaşadım. bir emrah serbes kitabı son hafriyat & behçet ç.'de kitaplığıma girdi. (ama imzasız :(( )en çok ersin karabulut'un çizgi kitabına iyiki almışım dedim. hoş, diğerlerini henüz okumadım. bide karikatürlü takvim var. 2011. her haftası ayrı karikatürlü. güzel yani... ersin karabulut hayranlığımda tırmanmış durumda ama kimse emrah serbes'e yaklaşamaz bile :)))







sevgiyle kalın...

H.K.Ş

12 Eylül 2010 Pazar

12 Eylül

Allahım teşekkürler...

Tamam, tamam. Sanılmasın ki, basketbola bir ilgim var, alakam hidodan öteye geçmez ama milli maç olunca işin rengi değişiyor. Bu akşam 21:30 da NTV canlı yayında Türkiye-Amerika final maçını verecek.

Günün bi diğer önemli haberi ise referandum sonuçlarının açıklanması olacak. Son günlerde evet-hayır tartışmalarıyla birbirine düşen arkadaşlar, kardeşler, aileler her sayı yaptığımızda birbirlerine sarılıp çığlık atacaklar yarın akşam vee sayı yediğimizde de birbirlerine bakarak "aaaaaa!" çekecekler.

Şahsım adına konuşuyorum. %60 üzeri evet çıkarsa, bir de kupayı alırsak, 12 Eylül milli bayram ilan edilsin derim. Hem ironik oluyor böyle.. :)

11 Eylül 2010 Cumartesi

güya bayram ya

yaaar bana bi eğlence medeeeet!

yahu! ben yanlış mı biliyorum yoksa bayramlar tatil, eğlence ve sosyalleşme zamanı değil mi? neden benim ellerim su topladı peki?



tahmin yaptıysanız muhtemelen doğru, evet bugün evde yine çalışma vardı. fakat bu sefer çalışmamız ağır ve eziyetli değil, sinsiydi.

sinsi iş nasıl olur?
biri 10 biri 8 yaşında iki kardeşim var. bu insan yavrularının bir yaşam alanı var ki biz buna çocuk odası diyoruz ve bilinir ki mütemadiyen dağınık olur bu mekanlar. bugün çocukların kütüphanesini temizleyip düzenleme ve okudukları kitapları doğuya göndermek için kolileme işi vardı. yalnıız çocuk kütüphanesi deyip geçmeyin, benim 7 yaşımdan kalan kitaplarım bile gıcır gıcır duruyor hala. haliyle biraz zor bir iş oldu. sonra kalemleri de açalım hepsi düzenli olsun dedik vee bu noktada hain kalemtraşın ihanetine uğradık. çünkü ben yıllardır kalemtraşla kalem açmamışım. 50-60 kalemi 5 dk.da açmaya çalışınca el su topladı. çok sinir bozucu.

bir de bugün geçenki tahinli cevizli çöreğin sahicisini yaptım. evde yufka yoktu, çıkıp almaya da üşendim. mayalı hamurdan yaptım çörekleri. tarif biraz uydurmasyon oldu, birkaç kez deneyip oturtmam lazım.

dün 3 kuzen 2 de bizim çocuklar eder 5 çocuk bi de biz 3 büyük sinemaya oyuncak hikayesi 3'e gittik. hala aynı müzik. "dostuuunum ben senin la la la" :) çok şekerdi. :)



bu aralar elimde bir kitap yok. eğlenceli fakat gereksiz romanlar serisinden "judith mcnaught - sana ihtiyacım var" ve sıkıcı ama gerekli kitaplardan "victor terras - dostoyevski'yi okumak" sırada bekleyenler.

10 Eylül 2010 Cuma

bana bak çocuk!

İçimdeki çocuk hep kovuyor beni. "Defol git hayatımdan, mahvettiğin yetmedi mi?!" diyor. Susturuyorum onu. Yöntemler geliştirdim, sesini kesmek için. Hunharca kahkaha attığımda, rezil bir küfür savurduğumda sıvışıp gidiyor.

Densizin teki yahu bu çocuk. "Kimden kimi kovuyorsun arkadaş?" diye sormak istiyorum, ne zaman cümleye başlasam kalbimi ellerinin arasına alıyor, bir ağırlık çöküyor üstüme, nefes alamıyorum... Kalbimin olduğuna şaşırıyorum bazı bazı...

"Sen! Bensiz bir hiçsin! Ben sensizken şüphesiz daha iyiydim! Defol git bu bedenden!" diyor. Görülen o ki gidemiyorum. Kalamıyorum da... Hiçliğe asılı boş bir tuval gibiyim bu bedenin içinde. Bir türlü yerleşemiyorum. Yersizleşiyorum...

Biz bir ünlemsek, ben o ünlemin noktası kadar hakikiyim ve ortadayım, senin gözüne batıyorum. Beni, o noktada bırak ve kaybol ortalıklardan. Tedavülden kalksın ünlemler. Noktasal hayatlar yaşayalım. Keyifler de, acılar da ancak nokta izleri bırakabilsin yüreğimde, kulaklarıma haykırmasınlar avaz avaz...

Bana bak çocuk! Gelemem ben öyle gözyaşlarına. Kalbin kırılır sonra. Bayram sabahı deyip , gelme işte elimi öpmeye. Huysuz teyzeler gibi kaşlarım çatık, bastonumu sallıyorum ben, kapıma gelen çocuklara...

H.K.Ş
09.09.10

3 Eylül 2010 Cuma

kıtır şeftali



bu aralar aldım gazı gidiyorum, bakalım nereye kadar :)

orjinal adı şeftalili crumble olmasına rağmen, cenk bey bunu şeftalili kıtır olarak türkçeleştirmiş, iyide yapmış, gerçekten de kıtır kıtır şeftali...

bu yaz ne zaman hem sulu hem sert, hem tatlı hem kokulu bir şeftali yesem aklıma kışın ebruyla şeftali aşermelerimiz geldi. :) kışın ortası, ve biz yaz gelsede şöööyle bir şeftali yesek, şeftalili tatlılar yapsak diye saatlerimizi konuşarak geçirmiştik bir gün. şimdi bu tatlıyı yapıyorum ama ebru yok. insanın canı yanmıyor değil...

bu tarifin sebebi bugün tatlı krizine girmem değil. annem yap falan da demedi. şeftalileri değerlendirmek gibi bir amacımda yoktu. ama bugün gençlik kollarındaki iftar sonrası toplantısına bir tatlılar kraliçesi olarak gitmeye karar verdim. dolayısıyla bu crumble yaptığım tek şey değil bugün.

tarif çok basit. ölçüler üstünde oynanabilir. bu tarifin tek sıkıntısı, pişerken bütün mutfağınıza tereyağ kokuları yayıyor olması. benim için harika ama tereyağ kokusu sevmeyenlerin denemesini tavsiye etmiyorum. birde öyle harika şeftali kokusu mükemmel bir şeftali lezzeti beklemeyin. çünküü şeftalilerin pişmekten canı çıkıyor, kokusu ve sertliği kayboluyor, tadı baki kalıyor sadece.

tarif Kate Zuckerman'ın "The Sweet Life: Desserts From Chanterelle" adlı kitabından uyarlanmıştır.

üst kıtırı için:

* 1+1/4 su bardağı un
* 1 su bardağı şeker
* 125 gr. tereyağ
* bir fiske tuz

un, şeker ve tuzu bir kapta karıştırıyoruz. tereyağını tavla zarı misali küp küp kesip bu karışımın içine atıyoruz. fazla mıncıklamayın tereyağın erimemesi, karışımın hamurlaşmaması gerekiyor, sonra kaşık yardımıyla biraz un karışımını tereyağına yedirdikten sonra hop mutfak robotuna alıp bütün unu içine alana kadar rondoluyoruz. ama yine dikkat karışım hamurlaşmasın. sonunda çıkartıp diğer kabımıza geri alıyoruz ve elimizle ufalayarak birleşen yerlerini dağıtıyoruz. iri kum tanecikleri gibi görünen bir karışım elde ediyoruz.



meyveli kısım:

* 4 büyük boy şeftali (6 küçük boy şeftaliye tekabül eder.)
* 1/2 su bardağı şeker
* 6-7 adet karanfil tohumu
* 2 su bardağı su

2 su bardağı suyu yayvan bir kapta kaynatıp, şeker ve karanfilleri ekler, şeker eriyene kadar karıştırırız. soyup çekirdeklerini çıkardığımız şeftalileri bu suyun içine yerleştirir ve 10 dk. kaynatırız. buzlu su hazırladığımız bir tepsinin içine oturtup ani soğuma sağlar ve şeftalilerimizi çıkartıp keser sonra tenceredeki karışıma tekrar koyar ve 15-20 dk da öyle bekleriz. ananemin söyleyişiyle "özleşmesi" için. şeker ve karanfil tadı bu sırada şeftalilerimize iyice siner.





sonra şeftalileri çıkartıp bir fırın tepsisinin altına yerleştiririz. üstüne de 2 kaşık karanfilli şekerli karışımdan gezdirip, unlu kısmı üstüne "serpiştiririz". üstüne bastırmak yada düzenli bir şekilde yerleştirmek değil tam olarak serpiştirme yapıyoruz. 190 derecede önceden ısıttığımız fırınımızda 35 dk. pişiririz. fırından çıktıktan sonra 20 dk. kadar dinlendirilip yenilmesi tavsiye olunuur. :))





2 Eylül 2010 Perşembe

tahinli cevizli çörek



hikayesi olan bir yemekle karşınızdayım yine bugün :) eylülün ilk gününde yağmurla hoşladık sonbaharın gelişini. iliklerime kadar dondum. evde patiklerle geziyorum iyi mi? :)

dün, yani 31 ağustos günü, gayet nemli ve sıcak bir hava vardı izmitte. izmite sebebi ziyaretim ise eda ve betül'ü özlememdi. birlikte real'in ortasında betül'ün mısırcısının yanında bütün real çalışanlarıyla iftar yaptık. karaca porselenden sibel abla ve arkadaşları, mısırcının sahibi volkan bey ve kölesi betül. betülün gönüllü kölesi oğuzhan, eda, ben ve seyit. :) adını bilmediğim birkaç kişi daha vardı.

ardındaaan eve geçtik ve eda'nın iddialarına göre çok uykusu vardı gider gitmez uyuycaktık. evvet, doğru tahmin. uyuduğumuzda saat 3:30'u geçmişti. :) buraya kadar herşey normal pek tabii ama sabah işe giderken edanın beni kaldıramaması ve benim evde kalmam, ardından saat başı uyanıp ne diycem ben ayşe teyzeye, kızınızı işe gönderdim ben evde yattım mı desem ne desem diye düşünüp taşınırken aslında doğru düzgün uyuyamamam. sadece bir ara nasıl daldıysam rüya gördüm. rüyamda da ayşe teyze gelmiş yatağı çekmiş süpürge yapmış yerleri silmiş ve bunlar olurken de ben uyanmamışım. sonra kalkıp bakmışım etmişim, çok utanıyorum falan. ööööyle karışık bişeydi işte. :))

saat 12:30'a gelirken uyandım. mutfağa inmekten korkuyorum. ayşe teyze evde olduğumu bilmiyosa birden beni görünce korkar mı diye. :) eninde sonunda biraz gürültü yaparak merdivenlerden inmeye karar verdim. :) aşağı indiğimde günaydın kızımlarla karşılandım, ne istersin, ikramlar falan :) eda sağolsun kadıncağızı tembihle sen mesaj atıp. ayıp! çok ayıp eda! utandım, yerin dibine geçtim, o sırada ayşe teyze yufkayla ne yapsam diye düşünüyordu ve tahinli cevizli çörekte karar kıldı. aslında adı böyle değil, adını bilmiyorum ama en uygunu böyle olurdu heralde. :) sonraa bana anlataraktan, böyle bir yemek programı sunarcasına çöreği hazırlamaya başladı. tarifi hemen zihnime kaydettim vee eve gelir gelmez yaptım tabiki. :) tadı da görüntüsü de enfes. iyi ki varsın ayşe teyzecim. :)



Malzemeler: (6 kişilik)

* 3 adet yufka
* 1 su bardağı tahin
* 2 yumurta
* 1,5 su bardağı süt
* 2 su bardağı dövülmüş ceviz
* toz şeker
* bal veya pekmez

-şimdiiii bu yufkaları ortadan ikiye böldüğümüz için, 3 adet yufkadan 6 tane çörek çıkıyor. o yüzden kaç tane çörek istiyorsanız yufka sayısınıda yarısı kadar ayarlayın.

-tahin, yumurta ve sütü çırpın. (ayşe teyzenin orjinal tarifinde yumurta ve süt yok, benim uydurmasyonum oldu ama güzel de oldu)

-ortadan ikiye ayırdığınız yufkaya yumurta fırçasıyla bu karışımdan sürüp, üstüne yarım avuç tozşekeri gezdirerek serpin, dövülmüş cevizden de bir miktar gezdirdin. sonra gül böreği yapar gibi, yufkayı sarıp döndürerek toplayın..



işte bu kadar! :)) tepsi yağlanıp, çörekler yerleştirilecek, üstleri aynı karışımla ıslatılıp 200 derecede 30 dk pişirilecek. yerken bal veya tahinin kardeşi pekmezle tatlandırabilirsiniz, çünkü sadeyken nötr bir tadı oluyor ama cevizi sevmeyen ben bayıldım öyle güzel. :) afiyet olsuuun. :)

ayşe teyzenin çilesi bununla bitmedi tabi. :) yağmur başlayınca beni kandıra sapağına kadar şemsiyeyle bıraktı, çünkü ben şemsiyeyi almayı kabul etmemiştim, kadına ayrıca bir iş daha çıkarttım ve yinede ıslanarak otobüse bindim. o ıslak kıyafetlerle yapılan yolculukta nasıl işlediyse soğuk, hala kanımdan çıkmadı. kışı erken getirdik vesselaaaam..

28 Ağustos 2010 Cumartesi

bu ay



bu ramazan çok tekdüze geçiyor. geçen yıl güzeldi Ürdün'de ama o zamanın güzelliğinin başka sebepleri vardı. Fatihim vardı o zamanlar. ama şimdi yok. çok özlüyorum.

dostlara ilgisizlikten müebbet hizmet cezası veriyorum kendime. çünkü seneeem kaç zamandır şu armutlu tatilini halletmemi söylüyor, onu ancak bugün yaptım, bide zehrama iftara gidicektim gençlik kollarındaki çalışmalar yüzünden iptal oldu :( daha da ne zaman gideriz artık belli değil.

zehra ablayı ne aradım ne sordum bide iftar planı yapcaktık güya.

bide sultanahmette iftar ve sahur yapcaktık. tahanın dersanesi var. hiçbişey yapamıyoruz.

geçen gün işle alakalı bi durum için finansbanka gittim, hazır gitmişken garantiyede uğra dedi babam. çok uzak susarım gidemem dedim sonra o şubede işimi halledemedim teeee içmelere gitmek zorunda kaldım. babaların canını sıkmamak gerek.

hep içim kararmış benim farkında değilmişim. şikayetlere baksana...

amaaaa
tek bir güzel şey olmadı mı dersen de söyleyeceğim ilk şey: yunus, zehra ve şeyma bize iftara geldi :) trivial pursuit oynadık. genel kültür oyunu. zehranın ve şeymanın genel kültürü yokmuş. bunu öğrendik :D

bideeee şeyma teyze oldu. İnşaallah hayırlı bir evlat ve hayırlı bir yeğen olur. merve ablaya da en yakın zamanda ziyarete gitmem gerek.

ben bu vicdanla her işi bırakıp sadece dostlarıma vakit ayırsam yine bitiremezmişim gibi geldi.

ebruyu çok özledim. çoooook hemde. ne olursa olsun çok seviyom onu ben. inşallah okullar açıldığında aramız düzelmiş olur. bunu gerçekten çook istiyorum.

ve son olarak!! stajımı laylon yaptığım için çok pişmanım. staj defterine ne yazıcağımı bilemiyorum ve okullar açılmak üzere. biri bana yardım etsin!

not: herkesi çok özlemişim. bu ramazan benim için özlemeler ayı oldu. inşallah yakın zamanda kavuşmalar ayına ereriz...

22 Ağustos 2010 Pazar

bir sürrealist



Salvatore'dan bahsettikten sonra Salvador'dan bahsetmemek olmaz tabi. farklı ırklardan da olsalar isimleri aynı anlama geliyor. "saviour" yani kurtarıcı. Dali ile 9 yaşımdayken tanıştım. çocukluğun o muhteşem "herşey mümkündür" algısıyla Dali bana bir arkadaş gibi görünmüştü. ilerleyen yaşlarda gerçekliğin pençesine fazlaca düştüğümü hissettiğimde, gerçeküstü bir tablo yada hikaye her zaman kurtarıcım olmuştur.



Dali, 1904-1989 yılları arasında yaşamış. benim doğum yılım onun ölüm yılı olmuş. oysa tanışmayı ve bir 5 çayı içmeyi isteyebileceğim en egzantrik insan oydu. hayatıyla ilgili daha birçok ayrıntı burdan öğrenilebilir. burda laf kalabalığı yapacak denli çok konuşasım yok.

fon müziği seçimine gelirsek, açıkçası ben Dali'nin tablolarında atmosfersizlik hissine kapılıyorum. bu sessizlikten fazlası. sessizliğin bile kendine has bir sesi var ve ancak havasız, yerçekimsiz bir ortamda mutlak sessizliğe ulaşılabiliyor. evet, Dali dediğimizde yerçekimini, atmosferi, içinde bulunulan anı geçersiz kılan birşeyden bahsediyoruz demektir. bunu en güzel anlatan da Belleğin Azmi tablosudur bence.



Belleğin Azmi (1931)

unutulmuş diyarlar

ben bu blog işinin altından kalkamıyomuş gibi görünsemde asıl sebep tembelliğimdir. bu böyle biline. :) diğer yandan illaki edebi bişeyler çıkarıcam diye bekleyerek kendimi köreltmem ve üşengeçlik katsayımı arttırmam da anlamsız. dolayısıyla biraz günlük olaylar, biraz film, biraz kitap, biraz müzik arada ilhamlar şeklinde devam ediyoruz.

Bu yazı için blind guardian'ın the dark elf şarkısını fon müziği seçiyorum ve bırakıyorum hikaye kendini anlatsın..

R.A.Salvatore Amerika'da doğup büyümüş kalabalık bir ailede yetişmiş (ki bu benim için bolca ilham ve eğlence demektir), fantezi kurgu ve bilim kurgu yazarı. yazarlıktan önceki mesleği bar fedailiği ayrıca boks sporuyla da ilgilenmiş bu yüzden dövüş sahneleri çok ayrıntılı ve hayal edilmesi zor (en azından benim için :)) tolkien'in yüzüklerin efendisi serisini doğumgününde bir yakını hediye etmiş ve serüven başlamış. unutulmuş diyarlar serisi Salvatore'un en çok takip edilen serisi. diğerleri ise yıldız savaşları ve iblis savaşları serileri. her ne kadar edebiyatı ve ebediyeti tartışılsa da sürükleyiciliği ile yeni başlayanlar için birebir.