27 Haziran 2011 Pazartesi

sunset park



D&R'ın "Sunset Park çıktı! Paul Auster'in son romanı!" temalı maili mail kutuma düşene kadar Paul Auster'den bihaber yaşayıp gidiyordum. O günden itibaren ne zaman bir kitapçıya girsem Sunset Park geldi mi diye sorarak can sıkıcı kitapsever yaftasını yedim sanırım :) Asıl mesele benim neden takıntılı bir şekilde bu kitabı almak yada okumak istediğim mi yoksa kitabın kendisi mi bilmiyorum. Her hafta birkaç kitabın tanıtım maili geliyor ve bu zamana kadar Sunset Park dışında hiçbirini de dikkate almamıştım açıkçası. Tabi çok sevgili blogger Ceren'in Sunset Park'la ilgili yazısı da hevesimi arttırmış olabilir. Ceren'in kitap yorumu için tıktık.

22 Mayıs Pazar günü Kadıköy'de İstanbul A.L.'de (eski Kenan Evren A.L.) KPDS'ye girip çıktıktan sonra hep yaptığım gibi önce Mephisto'ya uğradım ve küçük bir servet döktüm. Ardından Baylan Pastanesinde aynı işlem ve tam çıkmış giderken Seyhan'ın önünde beni içine çeken mıknatısımsı bir güç hissettim. Hoş neredeyse her kitapçının önünden geçerken aynı güce kapılıyorum ya, neyse. İşte o gün Sunset Park'la buluşma günümüzdü. :) Tabi aynı gün Kocaeli'de düzenlenen kitap fuarına da gittiğim ve yine bir dünya kitap aldığım için şuana kadar bu kitaba başlayamamıştım. 3 gündür bitirme tezimi yazıyorum. Dinlenme aralarımda demli çay yanına Sunset Park.

Şu ana kadar kitapla ilgili okuduğum eleştiriler, yorumlar, blog yazıları. Hepsi boşmuş meğer. Bazı kitaplar anlatılamaz. Onları okursunuz ama onlardan bahsedemezsiniz bile. Belkide tam olarak algılayamadığınız için. İşte Sunset Park bende bu hissi uyandırdı. Görüntü itibariyle kasvetli, yavaş ilerleyen, sıkıcı bir roman olabilir ama sıkıcı romanın ne demek olduğunu çok iyi bilirim ve Allah'ım bu kitap bi harika bence. :))

Belkide şu ana kadar okuduğum kritikler kitapla ilgili beklentimi düşürdü bu yüzden beklediğimden daha çok beğendim. Bilemiyorum. Ama herkesin aksine ben beyzbol oyuncularının yada oyundan sahnelerin anlatıldığı kısımları çok sevdim. Sıkıcı değillerdi. beyzboldan zerre anlamam. İzlediğim bir animasyondan öğrendiğim kadarıyla sadece Bebek Ruth'u tanırım ama kitabın anlatımında benim merakımı uyandıran, beyzbola sarmama neden olacak bir hava vardı. Belki de farkında olmadığımız bir reklam metodu bu. Bilinç altımıza direk etki eden ve Amerikan kültürünü bize "empoze" etmeye çalışan bir reklam. Kitap kahramanlarından Alice'in Hayatımızın En Güzel Yılları'nı izlerken farkettiği gibi;

"Tabii ki filmi çok iyi biliyor. Dört beş kez seyrettikten sonra iyice ezberledi; yine de daha önce gözden kaçırmış olduğu ufak tefek şeyler, hızla geçen ama filmin dokusunu oluşturan ayrıntılar olup olmadığına bakmaya kararlı. Daha ilk sahnede, Dana Andrews, Boone City'ye dönmek üzere havaalanında bilet almak için boşuna çabalarken, işadamı Bay Gibbons'ın elinde golf sopalarıyla gelip, Bay Gibbons ve yurttaşları uğruna savaşı kazanmaya katkısı olmuş havacı yüzbaşıyı hiç umursamadan sakin sakin fazla bagajının parasını ödeyip gitmesi, Alice'in dikkatini çekiyor ve bundan sonra sivillerin vatana dönen askerlere kayıtsız davranışlarını not etmeye karar veriyor."

Alice'in farkettiğini bende farkediyorum. İnsanlığın vicdanında çok yanlış giden birşeyler var ve bizler gün geçtikçe bu konuyla ilgili farkındalığımızı yitiriyoruz. Bunun kendi irademizle olduğunu sanmıyorum. Bilinçaltımıza empoze edilen bu ferdiyetçi sistem en önemli varlığımızı bizden almak üzere. Vicdanımızı. Ben farkında olmadan vicdanımı etkileyebilecek kadar etkili bir "beyne bilgi ekme" yöntemi beyzbolu sevmemi de sağlayabilir dimi? Inception, mantıklı bir noktaya değindi aslında. İnsanların beyinlerine bilgi tohumları ekebilir onları yönlendirebilirsin. Tek fark şu ki, bunu yapmak için uyumalarına ihtiyaç yok...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder