20 Mart 2012 Salı

shakespeare leylailemecnun'da

Leyla ile Mecnun 49.bölüm W.Shakespeare'in Hamlet oyunundan Hamlet ve Horatio'nun günümüze uyarlanmış, biraz hafifletilmiş ama yine de tadı damakta kalan tiradları. Üşenmedim dinledim dinledim yazdım.


Mecnun:
Ölmek,
Ne ki ölmek zaten
Ölmek...
Ölmek uyumak sadece
Düşün ki,
Yalnız uykuda bitebilir bütün acıları yüreğin
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun
Uyumak…
Ama düş görebilir insan uykusunda, çok kötü,
Çok kötü…
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Öyle düşler görebilir ki insan,
Bir düşünsene.
Ama işte bu düşünceler uzun yaşamayı cehennem eden.
Yoksa kim dayanabilir ki zamanın kamçısına,
Zorbanın kahrına, gururun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş,
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,
Kim dayanabilir?
Kötülere kulluk etmesine iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken,
Kim dayanabilir?
Kim ister ki bütün bunlara katlanmak,
Ağır bir hayatın altında inim  inim inleyip ter dökmek,
Ölümden sonraki bir şeyden bu kadar korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği, o bilinmez dünya,
Ürkütmese bu kadar yüreğini, kim dayanabilir?
Bilinç…
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor,
Gönülden gelen o doğal rengini
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip, sırf bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.

http://www.youtube.com/watch?v=bEvQ__Myjq8

-0-

Yavuz:
Gitmeyin efendim?
Mecnun:
Neden? Madem toplu iğne kadar değersiz hayatım
Öldükten sonra ruhum onun ki gibi ölümsüz olacak
Niye korkayım ki, ne anlamı var?
Yavuz:
Ya sizi denize doğru çekerse efendimiz?
Yada denize inen uçurumun korkunç tepesine götürüp de
Orada başka bir hayalet olup aklınızı başınızdan alırsa
Bir çılgınlık sokarsa içinize
Düşünün bir kere
Başka bir şey olmasa da
Yerin kendisi gözünü gönlünü karartır insanın
Yukarıdan bakınca derinliklere
Uğultusunu duyunca denizin
http://www.youtube.com/watch?v=TTDcdZib01g

yalnızlık


bana yalnızlığı anlat iskender abi, iskender baba, büyük iskender

İsmimi verirsem o da beni terkeder diye korkuyorum..
Kuduz bir köpek kadar yalnızım..
Yalnızlık, gece ayazında sabaha kadar beklemek gibidir,
Isınmak için güneşin doğmasını beklersin, ama o güneş hiçbir zaman doğmaz..
Yalnızlık, bulmadığın sevgiyi başka yerlerde aramak gibidir,
Ne yaparsan yap onu bulamayacağını bilirsin, ama yine de denemekten vazgeçmezsin..
Onun boşluğunu hep başka şeylerle doldurmaya çalışırsın..
Yalnızlık, aynı havayı soluyup ta bi türlü yanyana olamamak gibidir,
Aldığın her nefeste onun kokusunu duymak istersin, ama yapamazsın..
Aldığın her nefes ciğerini acıtmaya başlar..
Yalnızlık dediğin eski bir sandalyenin gıcırdamasıdır yalnızlık..
Terkedildim, herkes terketti gitti beni..
Sol kaburgam bile firar etti bedenimden,
Aradan geçen zaman bile yetmiyor unutmaya,
Ettiğimiz kavgaları bile özlüyorum,
Saçlarını okşamayı,
Ellerini tutmayı,
Aniden boynuna sarılmayı,
Bana bakışını,
Karşımda duruşunu,
Hatta arkasını dönüp yatışını bile..
Ona yavaşca sokulmak,
Sessizce sarılmak,
Omuzlarından tutup sımsıkı kendine çekmek..
Ah yalnızlık..
Yalnızlık bir kapıyı açıp dışarı çıkmaktır,
O kapının dışında kalmaktır yalnızlık.

http://www.youtube.com/watch?v=c1SOL_wBkB4

13 Mart 2012 Salı

kabak tatlısı

Hiçbir zaman istediğim kadar ciddiye alınmıyorum. Hep bir makara, goygoy halinde dinliyor insanlar beni. Bir gülüp bir ağlamam ya da günümüz gençliğinden dem vurup hemen arkasından kabak tatlısı tarifi vermem yüzünden oluyor bunlar. Ama hayatın kendisi de böyle. İnsan sadece düşünen, konuşan, öğrenen, üreten bir canlı değil. Hayatta kalmak için, mutlu olmak için ara sıra da tüketmesi gerekiyor. Hele de tatlı tüketirken insan nasıl da mutlu oluyor, o beyin nasıl da harıl harıl çalışıyor bir sonraki deneme için.

Öğrenci evinde menemen, makarna, yumurta yenir tabusunu çoktandır yıkmıştım ben. Fırında sebzeli tavuk olsun, mantar sote olsun, brokolili kereviz olsun. Böyle bir öğrenci evimiz var. Geçenlerde muzlu çikolatalı kup yaptım, isminin afili durduğuna bakma muzlu pudingle çikolatalı pudingi üst üste döküyorsun kâseye, bütün olayı bu. Sonrasında bir köstebek pasta tecrübemiz oldu ki nasıl olup da güzel pişti hala şaşırıyorum çünkü fırınımız fotoğrafta görülmekte olup, Eminönü’nden 50 liraya alınmış bir külüstür.

Özel bir ilişki var aramızda demek ki bir tek ben pişirince yanmıyor kekler, börekler. Hafta sonu Tuzla pazarına gittim. O bal kabakları öyle içli seslendiler ki bizi al, bizi al diye, dayanamadım. Böylece bir kabak tatlısı deneyimimiz de olmuş oldu. Aslında tarifi çok kolay da başında bekleyeceksin, yok taşmasın, yok dibi tutmasın. O kısım biraz naneli, bizim mutfağın evin “cold spot”ı olmasından mütevellit. Artık tarife geçsem iyi olacak.

*2 kilo soyulmuş dilimlenmiş bal kabağı
*4-5 su b. Şeker
*1/2 su b. Su
*1 su b. Ceviz içi  

Bunları orta harlı ateşte nazlı nazlı pişiriyoruz en az 1 saat belki de 1,5 saat. Başında bekliyoruz ki fokurdayıp, taşıp, ocağımızı batırmasın. Sonra bir servis tabağına alıp dövülmüş cevizleri üstüne boca ediyoruz.
Ben yine başında beklemedim son dakikada mutfaktan kötü kokular gelmeye başladı, servis tabağına alırken korkudan 3,5 atıyorum dipte 2 parmak yanık kabak olacak diye. Hayır, kabakların ziyan olmasını geçtim, yanık tencere yıkamaktan illallah geldi artık. Neyse ki sadece dibi tutmuş çok az. İşte bir mutfak macerası daha böyle son buldu, hem daha ıspanak pişireceğim akşam yemeğine. Neticede tatlı karın doyurmuyor okuyucu.

üniversite

Üniversite öğrencileri

Üniversitedeyken solcu oldum ben biliyor musun sevgili okuyucu. Çünkü bu memlekette insanlar genelleme yapmaya bayılıyor. Al bak ben de yaptım bir tane, çok kolay.

Üniversitelerde öğrenciler 3 başlık altında toplanır. Sağcılar, cemaatçiler ve solcular.

Sağcılar, ne mutlu Türk’üm diyene, Osmanlı nesliyiz, şerefsiz Apo çerçevesinde dönen konuşmalar yapan Alparslan Türkeş’in asil evlatlarıdır. Onlara göre ordu, millet el eledir. Aralarında hiçbir problem yoktur. Türkiye demir yumruktur ama “bir de şu Kürtler olmasa”dır. Bütün devletlerin ülkemiz üzerinde hain planları vardır. Bu gençler basmakalıp birkaç cümle ezberler, okumaz, düşünmez, yazmaz. Çok üzülerek söylemeliyim ki sığ insanlardır. Şehitlik kavramını anlayamadıkları için her şehit haberinde bir vaveyla çıkarırlar. Milliyetçiliğin dine tecavüz etmesiyle doğmuş gayrı meşru çocuklardırlar.

Cemaatçiler genel olarak iyidir. Severim onları. Güzel pilav yaparlar, tatlı tatlı sohbet ederler. Ama en ufak bir olayda saklanacak delik aramaları, haksızlığa karşı ses çıkarmamaları, “aman bizden bilmesinler”ci kaypak duruşları midemi kaldırır. Kendilerine, bu doğrudur diye verilen her şeyi doğru kabul etmeleri, düşünmemeleri beni çileden çıkarır. Yapamam. Onlardan biri olamam.

Solcular da kendi içinde pek çok gruba ayrılır ancak geneli özgürlüğe, farklı düşünceye saygı duyar. Ruhlarında asilik vardır. Klasik devlet anlayışına göre anarşist sayılırlar ancak onların da kendine göre bir düzeni, nizamı vardır aslında. Dogmaya şiddetle karşıdırlar ki ben bu noktada onlardan ayrılırım.

İnsanın hareket edebilmesi için önce bir başlangıç noktası bulması gerekir. Eğer belli bir başlangıç noktanız yoksa hareket etmiş sayılmazsınız. Bu referans nokta –insanın hiçbir şeyin bilgisine sahip olmadığını düşünürsek- mecburen bir dogma olmalıdır. Eğer bu referans noktasından hareket etmenin zarar verdiğini görürsek aynı yoldan geri döner, başka bir dogmaya inanır ve ona göre hareket ederiz. Ama hareket edebilmemiz için en azından bir adet dogma, referans noktası kabul etmemiz gerekir.

Üniversitelerde benim gibi düşünen, itidalli, aklın öncülüğündeki tutarlı yaşantı mantığını benimsemiş insanlar hiç mi yok? Var. Ama o kadar azız ki bir başlık altında dahi toplanamıyoruz. Bir şekilde hep diğer 3 gruptan birine dahil ediliyoruz. İşte ben de bu yüzden üniversitedeyken solcu oldum. Kendim olmadım da, ülkücülerin ve cemaatçilerin gözünde solcu oldum. Solcular da beni pek benimsemedi ama bir arkadaşım bana “sağ gösterip sol vuruyorsun” demişti.

Keşke hiçbir şeyci olmadan üniversite okunabilen bir ülke olsaydık. Babamın üniversite yıllarında başından geçmiş bir anekdotla toparlıyorum.

80 öncesi üniversite gençliği.  Babam İTÜ Taşkışla Kampüsü İnşaat Fakültesinde okuyor. Yurtta kalıyor. Okulda ve dışarıda birbirini kıran ülkücülerle komünistler yurtta birbirlerinden küçük tüp, tencere, tabak alıyor. Yan odaya pişen yemekten de götürülüyor. Babam ülkücülerin odasına gidiyor ki ne görsün rakı sofrası kurulmuş, gel kardeşim gel sende diye davet ediyorlar. Yahu arkadaşlar siz ilahi Kelimetullah için Allah-u Ekber demiyor musunuz, bu ne hal diye soruyor, gülüşüyorlar. Komünistlerin odasına gidiyor, her yer kule gibi kitap yığınlarıyla dolu, biri bir şeyler okuyor, diğerleri pür dikkat onu dinliyor. Yahu arkadaşlar siz komünist değil misiniz, ne bu hep oku, oku, neden votka içmiyor, eğlenmiyorsunuz diyor, eğer içki içersek kafamız bulanır, Das Kapital’i anlayamayız ki diyorlar.

O günün ülkücüleri ile bugünün ülkücüleri arasında hiç fark yok. Ama o günün solcuları da kalmadı artık. Okuyan, araştıran, merak eden, düşünen o kadar az insan var ki…

Unutmadan babam da üniversitedeyken solcu kabul edilirmiş, gerçi hiç kavgaya karışmamış ama kitlesel bir dindar gençlik hareketi de olmadığı için mecburen solcu olmuş. Sonrasında Milli Görüş, Milli Gençlik Vakfı ve fanatik bir dindar gençlik hareketi var ama üniversitelere entegre olamadılar bir türlü. Halbuki Erbakan bir akademisyen, bir bilim adamıydı. Neyse, şimdi onlar da kalmadı.

Üniversite gençliği denince aklıma ne geldiğini size söyleyeyim mi? Okula mecburen giden, sınav haftası ders çalışan, onun dışında boş gezen, 22-23 yaşlarında ama o yaşına kadar bir işin ucundan tutmayı öğrenememiş, balık hep eline verilmiş, hiçbir şeye tam bir inancı olmayan bu yüzden hayat amacını bulamayan ve bu boşluğu tütün, alkol, seks, müzik, sinema gibi şeylerle dolduran, kelimenin tam anlamıyla vakit öldüren bir güruhtur üniversite gençliği. Ve ben de o güruhun içindeyim.

12 Mart 2012 Pazartesi

huzur noktası

Anneannemlerdeyim. Odun sobasının insanı mayıştıran sıcaklığı her yanımı sarmış. Televizyonda sesi kısılmış bir maç tekrarı, elimde Bizim Büyük Çaresizliğimiz, dedemi dinliyorum. Dayımın söz dinlemezliğinden, laf anlamazlığından dem vuruyor misaller vererek. Yaşlılık tuhaf şey. 72 yaşlarındaki dedem 43 yaşındaki dayımı bana şikayet ediyor. Gözlerindeki, sen büyüyünce onun gibi yapma diyen bakışı görüyorum, görmemezliğe veriyorum. İnsan her şeyi görürse yaşamaya dayanamazmış gibi geliyor.

Tırnaklarına ne olmuştu diye soruyorum. Yavaş yavaş anlatıyor, yaşlı insanların o huzur veren yavaşlığıyla. Hızlı yaşamanın insanı yorduğunu bilmenin irfanıyla veya hızlı yaşamış olmanın yorgunluğuyla. Küçük parmağını göstererek bu Almanya'da madende çalışırken oldu diyor hafife alırcasına. Diğer 3 parmağını gösterip bunlar diyor duruyor, o günün gözlerinin önünden geçtiğini görüyorum ve devam ediyor, 56 yılıydı, dokuma fabrikasında makinanın mekiğine kaptırdım. Devam etmesi için bekleyen gözlerle bakıyorum gözlerine, küçüktüm, pek kimsem de yoktu İstanbul'da. Fabrika Zeytinburnu'ndaydı, gece mesaisiydi, o saatte nereden bulursun vasıtayı, ta Yedikule'ye yürüdüm Ermeni Hastahanesi'ne, öyle soğuktu ki yaradan akan kanlar yere ulaşana kadar donuyordu, şimdi bunları soğuk sanıyorsunuz diyor, günlerdir bu nasıl soğuk arkadaş! diye söylenen kendimden utanıyorum. Ne fakirlik, ne eziyet diye söyleniyor, gözlerindeki hüzün içime oturuyor. Tabi soğuk olması belki daha iyi oldu kan kaybı açısından, hastahaneye varınca diktiler parmaklarımı, pansuman ettiler ama tırnaklarım düzelmedi işte diyor, konuyu kapatmak isteyen, gözleri yaşlarını içine akıtmaktan kızarmış, mahcup dedem. Çocuk yaşta babasız kalıp memleketi Trabzon'dan iş bulmaya İstanbul'a gelen, 16 yaşında fabrikada çalışıp yalnız yaşayan, ailesine, yetim kardeşlerine para gönderen dedem. O gün hissettiği sahiplenilmemişliği hala içinde taşıyan, 16 yaşında, yetim, çocuk yaşta büyümek zorunda kalmış dedem. Kanser olduğunu öğrendiğinde umursamayan, kemoterapi süresince hiç sızlanmayan, bir gün dahi boş durmayan çetin ceviz dedem, 16 yaşındaki hayal kırıklığını hala içine ağlayarak anlatıyor. Anlıyorum ki büyük hayal kırıklıkları onulmaz yaralar açıyor insan ruhunda. Konuyu değiştiriyorum...
Birlikte yemek yiyoruz. Yemek bitince dedem arka tezgahta duran baklavadan bir dilim aşırmaya kalkıyor, 5 yaşında bir çocuk afacanlığı gözlerinde. Anneannem fare kovalayan kedi misali mutfaktan çıkarıyor dedemi sonra dönüp bana, dün akşam 2 dilim verdim bugün hali hiç iyi değil diyor. Onlar Sherlock ve Watson gibiler. Birbirlerini hem çileden çıkarır hem de arkasını kollarlar.

Odaya dönüyorum. Sobada odunlar çıtırdayarak yanıyor. Sobanın üstündeki güğümde her daim hazır bekleyen sıcak su ve çıkardığı su buharı. Havanın bile bir yoğunluğu var yaşlı insanların evlerinde. Sanki o değişmeyen rutinler burada bir zaman çemberi oluşturmuş. Ne dışına çıkabiliyoruz ne de daha hızlı hareket ettirebiliyoruz zamanı.

Bakışlarımla dedemden izin alıyorum. Sobanın yanındaki divana kıvrılıyorum. Burası benim nefes alabildiğim nadir hayat duraklarından. Sebepsiz bir huzurla doluyor içim. Uykuya dalmak üzereyken dedemin, akşama fındık da kavururuz diyen sesi kulaklarıma ulaşıyor. Zaman çemberi gülümsüyor. Kafamı güçlükle olur dercesine sallıyorum ve uyku salıncağına atlıyorum. Aziz öğle uykusu beni sarıyor.

Giderken dedemin elini öpüyorum. Her zamankinden daha anlamlı benim için. Biliyorum ki o eller benim bugünümü kuran ellerden. Dokuma tezgahlarında, madenlerde, inşaatlarda ezilmiş, güneşte kavrulmuş, yıllarla buruşmuş, benden önceki ve sonraki nesil için çalışmış emektar eller. Ve biliyorum ki emek kutsaldır.

9 Mart 2012 Cuma

saramadığımız yaralarımız-IV

Bu yazı, saramadığımız yaralarımız yazı dizisinin son parçası. Ancak saramadığımız yaralarımızın anlatmakla bitmeyeceğini siz benden daha iyi biliyorsunuz.

Dün akşam Türk Edebiyatı Vakfı'nda Servet Kabaklı ve Yusuf Ziya Arpacık'ın katılımcı olduğu Hocalı Katliamı'nı konu edinen bir konferans dinledim. Milliyetçilik çok sığ bir bakış açısı ama Ülkücülük kendine has apayrı bir sığlık örneği, bundan bir kez daha emin oldum. Din-ırk sentezi yapmaya çalışırken hangisinin daha önemli olduğunu unutmak tanımına da tam oturan bir örnekti.

"Hocalı Katliamı bizim bir yaramızdır. Orada Türk kardeşlerimiz öldürülürken biz sesimizi çıkarmadık, hala çıkarmıyoruz. Türk kardeşlerimizi savunmalıyız." minvalinde bir konuşma yaptı Yusuf Ziya Arpacık. Eğer kardeşlik bağı söz konusuysa ilk öncelik -bir din-ırk sentezinde- dine verilmeli ve din kardeşliği vurgulanmalıdır. Çünkü aynı kafa tası ölçülerine ve benzer genlere sahip olmamız değil, inandığımız değerler bizi biz yapar. Bunun da ötesinde en önemlisi hepimizin, insan başlığı altında toplanıyor oluşumuzdur. Bir Azeri, bir Türk, bir Arap, bir Ermeni, bir İngiliz... Hangi ırktan olursak olalım insanız. Kesersen kanar, kalbe veya beyne tek bir kurşun ölmesine yeter. İşte önemli olan bu. Eğer Hocalı Katliamı kınanacaksa, -ki kınanmalı- bu, orada ölenler Türk olduğu için değil, masum insanlar oldukları için yapılmalı.

Savaş bambaşka bir meseledir. Devletlerin gerek yeni kazançlar sağlamak için, gerekse mevcudu korumak için savaşması engellenebilir bir şey değildir ve bu savaşlar sırasında ölenler de bir amaç uğruna ölmüşlerdir. Onların yasını tutmuyorum. Onların cesaretine hayranım, onlara saygı duyuyorum. Ancak savaşların sivillere sıçramasına karşıyım.

Ben Ermeni Soykırımı'nı, Hocalı Soykırımı'nı,Yahudi Soykırımı'nı, Filistin'de yıllardır yapılagelen Arap Soykırımı'nı, bu ırklara özel bir sempati yada antipati duyduğumdan değil, sadece masum insanlara karşı orantısız güç kullanımı ve zulüm söz konusu olduğu için kınıyorum. Çünkü önemli olan insan olmamız. Çünkü hepimiz kesince kanar, vurunca ölür canlılarız. Çünkü ben zulüm kimden gelirse gelsin, mazlum hangi dinden hangi ırktan olursa olsun, zalimin karşısında olmalıyım. Çünkü ben insanım, doğam gereği masumların ve savaş ahlakının korunmasını savunuyorum. Çünkü hepimiz insanız ve altında toplanabileceğimiz, bizi parçalara ayırmayacak uygunlukta başka bir tanım daha yok. 

Hepimiz insanız! Bunu unutmayalım. Yalvarırım, ne olur... Elimizde kalan daha değerli neyimiz var ki?

8 Mart 2012 Perşembe

saramadığımız yaralarımız-III

Tarihte her olayın bir görünen yüzü bir de arka planında bu olayı tetikleyen nedenler, olaylar zinciri var. Bugün Ermenistan ile ilişkilerimizin geldiği durum, yılların ve karşılıklı öç alma hikayelerinin bir sonucu olarak incelenmeli ve görülmeli. 

1988 yılında, Ermenistan'dan kovulan Azeri mülteciler tarafından, Sumgayıt kentinde yaşayan Ermeni sakinlerini hedef alan bazı protestolar gerçekleştirildi. Bu hareket Ermenistan'da Azerilerin katledilmesi ve 250.000 den fazla Azeri'nin zorla göç ettirilmesine karşı oluşan bir tepkiydi. Kayıtlara göre 26 Ermeni ve 6 Azeri bu olaylarda hayatını kaybetti.

Karabağ Savaşı esnasında 25 Şubat'ı 26 Şubat'a bağlayan gece (1992) Azerbaycan'ın Hocalı kasabasında, Ermeni güçleri tarafından 106'sı kadın 83'ü çocuk olmak üzere 613 Azeri vatandaşı öldürüldü. Bu resmi açıklamalarda verilen sayıdır. Ancak savaştan önce 2.605 aile yani 11.356 kişinin Hocalı'da yaşadığı ve katliam sonrasında Hocalı Kasabası'nın tamamen ortadan kaldırıldığı da elimizdeki bir diğer bilgi. Bu 11.356 kişiden kaç tanesi kaçabildi, kaç tanesi öldürüldü bilmiyoruz ancak resmi rakamlara göre bulunan ceset sayısı 613. Burada da yine Ermeni Tehciri'nde olduğu gibi insanların buharlaşması sorunuyla karşı karşıyayız. Bu kadar insan ölmediyse nerede, öldüyse cesetleri nerede? 

Karabağ Savaşı'nda komutanlık yapmış olan şimdiki Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve diğer bazı komutanlar tarafından katliamın Ermeni güçler tarafından yapılan bir intikam olduğu açıklanmıştır. Ayrıca Karabağ hareketi içersinde önemli isimlerden biri olan Zori Balayan Ruhumuzun Canlanması adlı kitabında o dönemde Azerbaycan Türklerine yapılan zulümden şöyle bahsetmektedir. 
Biz arkadaşımız Haçatur'la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış çağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra bu 13 yaşındaki Türk'e onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından, sinesinden ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü. İlk mesleğim hekimlik olduğuna göre hümanist idim, bunun için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız hissetmedim. Ama ruhum halkımın yüzde birinin bile intikamını aldığım için sevinçten gururlanırdı. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türkle aynı kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir Ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim. Haçatur da çok terlemişti, ama ben onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikam ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915'te ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı'yı ve vatanımızın bir parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.

Belki de insanlar parçalara ayrılıp köpeklere yedirildiği için yada parçaları bir araya getirilip ceset denilebilecek hale sokulamadığı için sadece 613 kişinin ceseti bulundu ve resmi rakamlar buna göre hazırlandı.

Burada -Zori Balayan'ın kitabından alıntıladığımız parçadan da anladığımız üzere- bir ırk'a kasıtlı olarak saldırı söz konusudur. Bu yüzden Hocalı katliamı Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin soykırım tanımına uygundur. Hocalı katliamı bir soykırımdır. Sebepleri eskilere dayanan ve o sebeplerle hiç alakası olmayan insanlara ödetilen bir bedeldir. 
Kaynakça:

saramadığımız yaralarımız-II

http://yaevdeyoksan.blogspot.com/2012/03/saramadgmz-yaralarmz-i.html

Masum bir insanı yerinden yurdundan ayırıp, neresi olduğu ve nelerle karşılaşacağını dahi bilmediği bir yere göndermek açıkça bir insan hakları ihlali meselesidir. 1915 yılında tehcire mecbur bırakılan yaklaşık 400.000 insanın hepsi komitacı, hepsi zararlı kisvesine sahip insanlar mıydı gerçekten? Yoksa aralarında masum insanlar da var mıydı? Bu soruların kesin cevaplarından yoksunuz ancak o 400.000 kişiden bir tanesi bile masum olsa bu devletin adillik sıfatına leke düşürmeye yeter.

Tehcir Yasası çıkarılırken Talat Paşa hükumetinin niyetinin ne olduğu yoruma açık. Kesin olan şu ki bu tepkiyi beklememişlerdi. Öncelerde zorbaca bastırılan isyanlar sonrası insanlar olanları unutup yine Devleti Âliyye'lerinin devamı için dua etmişlerdi. Çünkü bir tane Devleti Âliyye vardı. Ancak bu defa ezber tutmadı. İnsanların mizaçlarının değişkenlik göstermesi gibi toplumların da mizaçları değişkenlik gösterebilir.

Yasayı çıkaranlar arasında devletin devamlılığını önde tutan vatanseverler olduğu gibi, ırk ayrımından kaynaklı (yani geçerli bir sebebi olmaksızın) nefret güdenler de vardı. Ayastefanos Antlaşması(1878) sonrasında Ermenilere tanınan ayrıcalıklardan rahatsız olan bir kısım insanlar kendilerince haklı gerekçelerle içlerinde bir nefret yaratmış İttihat ve Terakki Hareketi de bunu körükleyen bir üslup benimsemişti. Ermeni Tehciri'nin görünen sebepler haricinde, derinlerinde bir nefret hareketi olduğunu da söyleyebiliriz.

Bursa milletvekili Hasan Fehmi Bey TBMM'nin 17 Ekim 1920 tarihli gizli oturumunda şöyle konuşmuştur:
Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telakki ettiren bir vakıa idi. Bu yapılmazdan evvel alem-i nasraniyetin bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceklerini biliyorduk. Neden katillik ünvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik? Sırf canımızdan daha aziz ve mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini taht-ı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.

Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin tanımlamasına göre: öldürmese bile bir millete veya ırka yöneltilen saldırılar soykırım sayılır ve katliam olsa bile bir millete veya ırka yöneltilmediği takdirde soykırım sayılmaz. Bu tanım ışığında Ermeni Tehciri bir soykırım olarak nitelendirilebilir.

Ben 1915 yılında Ermenilere yapılan zulmün acımasızca olduğunu ve orantısız güç kullanıldığını düşünüyorum. Çünkü devlete eli ve diliyle zarar vermemiş olan masum insanlar da bu süreçte büyük eziyetlere katlanmak zorunda bırakılmış, şartların güçlüğünden dolayı ölmüş yada istemli olarak öldürülmüştür. Eğer, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken bu yaraya merhem olma yolunda hareketlerde bulunulup tehcire tabi tutulan Ermenilere vatanlarına dönme çağrısı yapılsa, can ve mal emniyetlerinin sağlanacağına dair söz verilse ve bu sözler tutulsa idi bugün durum çok daha farklı olabilir, iki millet arasındaki nefret ateşi söndürülebilirdi. Ancak  günümüzde bu ateş bir yangın halini aldı. Artık durdurulması söz konusu değil. Bu nedenle soykırımı devlet olarak tanımak da yetersiz ve geçersiz ancak onurlu ve adil bir hamle olacaktır. Durdurulamayacak denli büyük yangınlarda, yananlar artık yanmıştır. Yapılabilecek olan, hala yanmamış kısımları korumak ve yangın bitene kadar beklemektir.

Kaynakça:

saramadığımız yaralarımız-I


1789-1790 Fransız Devrimi ile modern milliyetçi düşünce doğdu ve ceremesi bugün dahi çekilmeye devam ediyor.

Avrupa tarihindeki ilk milliyetçi hareketler Napoleon istilası altındaki Almanya’da görüldü (1804-1815) aynı yıllarda Rus işgalindeki Polonya’da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. Akabinde Osmanlı Devletine karşı ayaklanan Yunanistan(1821), Avusturya İmparatorluğu’na karşı ayaklanan Macarlar(1848), sonrasında Çekler, Sırplar yoluyla milliyetçilik akımı Orta Avrupa’ya taşındı. 1870’lerde Rusya’da doğan Pan-Slavizm akımı da yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biridir.

Bu çerçevede bugün ülkemizde etkilerini şiddetle hissettiğimiz milliyetçilik akımı incelenecek olunursa “Ermeni Sorunu” hatta “Kürt Sorunu” daha net anlaşılabilir. (Bu meselelerin birer sorun olarak incelenmesi bana kalırsa hala anlaşılamamış olmasından ileri gelmektedir.)

Kronolojik olarak inceleyecek olursak;
  • Hınçak Partisi üyelerinin girişimleriyle gerçekleşen 20 Haziran 1890 Erzurum İsyanı ve 15 Temmuz 1890 yılında İstanbul’da gerçekleşen Topkapı Nümayişi,
  • 1892-1893 yıllarında Kayseri, Yozgat, Çorum, Merzifon olayları,
  • 1894 yılında Sasun İsyanı, Bab-ı Âli Gösterisi ve Zeytun İsyanı,
  • 1890 yılında Osmanlı Bankası’nın Ermeniler tarafından basılması yine aynı yılda Van İsyanı,
  • 1903 yılında İkinci Sasun İsyanı
  • 21 Temmuz 1905’te Ermeni suikastçilerin II.Abdulhamit’e suikast düzenlemesi,
  • 1909 Adana Olayları ki çok sayıda sivil Ermeni’nin ölümüyle sonuçlanmıştır.

Bu geriye bakış bize yaygın inanışın aksine Ermeni’lerin savaş sırasında Osmanlı’ya aniden sırt dönüp kalleşlik etmediğini, uzun yıllardır millet olarak özgürlükleri için bir savaş verdiklerini gösterir. Çağın akımı milliyetçilik akımı olduğu gibi, zaten zayıflamış olan Osmanlı Devleti’nin daha küçük parçalara ayrılacak olması da yabancı devletlerin istedikleri ve bilfiil destekledikleri bir olaydır. Haliyle Ermeni’lerin I.Dünya Savaşı patlak vermeden önce de Osmanlı ile savaş içersinde olduğu gayet açıktır.

Bütün bunların ötesinde dönemin iktidar partisi olan İttihat ve Terakki de ulus devlet fikrini benimsemekte ve devletin bütün yabancı unsurlardan arındırılması gerektiğini düşünmektedir. Yine de büyük savaş sırasında Ermeni’lerin Osmanlı Devleti’ne sadık kalıp kalmayacağıyla ilgili Ermenilerle görüşmeler yapılmıştır. Bu hareketin satır arasında durum gereği Ermenilerin desteğini alıp savaş sonrasında onlardan da kurtulma fikrini okumaktayım. İttihat ve Terakki fikriyatı bugün hepimizin bildiği üzere faşizmden beslenmekteydi.

Hal böyleyken savaş sırasında gönüllü olarak taraf değiştiren yada zorla diğer tarafa çekilen Ermeniler olmuştu. Bu durum, savaş öncesinde Osmanlı Devleti’ne sadık kalacaklarını belirtmiş olmasalardı bir sorun teşkil etmeyebilirdi ancak bu şartlar altında Osmanlı Devleti 1915 yılı Şubat ayından itibaren ordu içersindeki Ermenilerin silahsızlandırılması kararı aldı.

24 Nisan 1915 yılında Anadolu’daki Ermeni Hareketi’nin ele başı olarak görülen ve Ermeni Toplumu’nun önde gelen kimselerinden 2345 kişi tutuklanarak İstanbul’dan Anadolu’ya sürüldü. Bir kısmı sürgünde öldü, bir kısmı öldürüldü. 24 Nisan Ermeni Soykırımını Anma Günü olarak tüm dünyada bilinen tarihtir ancak tehcir bu tarihten yaklaşık olarak 2 ay sonra işleme konulmuştur. Osmanlı Arşivlerine göre 413.067 kişi tehcire tabi tutulmuştur. Bu sayı kanımca günümüz şartlarında bile çok amansız bir sayıdır ki o dönemin ülke nüfusu göz önünde bulundurulursa “muazzam” olarak nitelendirilebilir.

Tehcire tabi tutulanların Suriye Çölü’ndeki Deyrizor’da kurulan toplama kamplarına gitmesi gerekmektedir. Ancak bu kamplar bu sayıda insanı barındırmak ve yaşatmak için yeterli büyüklüğe ve imkana sahip değildir. Yine Osmanlı Arşivlerine dayanan rakamlara göre bölgede 56.610 Ermeni’nin çeşitli sebeplerle öldüğü kayda geçmiştir.

I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti sınırları içinde Ermenilerin dağılımı, Osmanlı 1914 nüfus sayımı istatistiklerine göre, Suriye, Halep ve Beyrut vilayetleri dahil, Kars, Ardahan ve Artvin hariç 1.295.000’dir. Savaş sonrasında kaybedilen topraklardaki Ermeni vatandaşlar bu toplamdan çıkarılırsa Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içersinde yaşamakta olan Ermeni sayısı 1.238.000 olmalıdır. Ancak Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı olan 1927 nüfus sayımında Türkiye’nin Ermeni nüfusu 100.000 civarında gösterilmiştir.

Bu iki sayım arasında 1.138.000 insana ne olmuştur? Bir kısmı Osmanlı Devleti için savaşıp vefat etmiş olsa bile 1 milyon insan nasıl buharlaşır?

Esasen Hocalı Katliamı ile ilgili bir yazı yazmayı planlamıştım ancak olayların bir görünen yüzü bir de saklanan yüzü var. Kullandığım sayılar Osmanlı Arşivlerinden elde edilenler. Bir de bunların İngiliz, Amerikan kaynaklı olanları var ki orada durum daha da vahim. Daha ne kadar vahim olabilir demeyin, olabiliyor. Bir sonraki yazıda soykırım kavramını inceleyeceğiz ve bir ulusun zihninde nefret nasıl yeşerir, kardeşler nasıl birbirini öldürebilir sorularına cevap arayacağız.

Kaynakça: